31 Ağustos 2011

Mahjong Severlere...

http://www.freegames.ws/games/boardgames/mahjong/freemahjong.htm

Performans Değerlendirme Terimleri...

Motivasyonu yüksek: Sazan gibi her işe atlayan, bilumum angarya yüklenebilir şahsiyet

Etkili sunuş yeteneğine sahip: Ortalamanın üzerinde güzel/yakışıklı kişi; cillop gibin

Beden dilini kullanabilen: "Bir su alabilir miyim" derken kaşı gözü oynayan sakat kişilik; ne yapacağı belli olmaz

Problem çözme yeteneği olan: Havuz problemleri çözerek büyümüş olduğundan her konuda çözülecek bir problem arayan, rahatsız mizaçlı kolej talebesi; problem çözebiliyorsa, problem de çıkartabilir, dikkatle izlenmesi lazım gelir

Takım çalışmasına yatkın: İki eliyle bi şeyi doğrultamayan, lakin kalabalığın arasında kaynamayı becerebilen ve iş yapıyor imajı çizebilen; çakal

Stresle başa çıkabilir: Dünya yansa umurunda olmayan rahat kişilik, gevşeklikte ve lakayitle sınır tanımayan (Not: Polyannagillerin istihdam edilebilenleri de benzer özellikler gösterir, zinhar karıştırılmamalıdır)

Zamanı iyi kullanan: Müdürünün ruhu bile duymadan, mesai saatleri içinde kahve içip fal baktıran, internette gezip solitaire oynayan, icabında kuaföre gidip saç-baş bile yaptıran yaratıcı, neşeli, eğlenceli kişilik; ha bir de saat 6 oldu mu bir dakka bile durmaz ve çıkar gider bu tipler.

Değişime açık: Yalaka, bukalemun, fırıldak kişilik

Koç'luk yapabilir: Ara gaz verip çalışanları bedavaya çalışmaya ikna edebilen hin oğlu hin

Etkili satış becerilerine sahip: Ağızlarından girip burunlarından çıkmak suretiyle, müşterileri kandırmayı başarabilen tilki şahsiyet; herşeyi satabilir bu tipler, sizi de satabilir, dikkatli olun

Müşteri odaklı: Şirkete karşı müşterilerle ittifak yapan hain tip; brütüs

Temsil yeteneği olan: Her toplantıda basına demeç veriyormuşcasına havalara giren, kendini bir birşey sanan, .... havada kisilik

Uyumlu: Suya sabuna dokunmayan, etliye sütlüye karışmayan silik kişican, TRT'nin beraber ve solo şarkılar korosunda 30 yıl soloya çıkmadan durabilir, otistik de olabilir

Dışarıya açık bir kişiliğe sahip: Süekli ofis dışında

Iyi iletisim becerilerine sahip: Sürekli telefonla konuşur

Ortalama bir eleman: Kafası pek basmaz

Üstün niteliklere sahip: Şimdiye kadar önemli bir hata yapmadı

İşi her zaman birinci önceliktir: Flört bulamayacak kadar çirkin

Sosyal hayatinda aktif: Sürekli kafa çeker

Ailesinin sosyal hayatı aktifdir: Eşi ve çocukları da kafa çeker

Bağımsız çalışabilir: Kimse tam olarak ne iş yaptığını bilmez

Süratli düşünür: İyi bahaneler uydurur

Dikkatlice düşünür: Karar veremez

Mantığını iyi kullanır: İşi baskasına yaptırır

Kendini çok iyi ifade edebilir: Türkçe konuşabilir

Liderlik yeteneklerine sahiptir: Uzun boyludur ve bağıra çağıra konuşur

Geleceği çok iyi okur: Bayağı şanslıdır

Neşesi yerindedir: Belden asağı birçok fıkra bilir

Kariyerine çok önem verir: Adamı arkadan bıçaklayabilir

Sadıktır ve güvenilirdir: Baska yerde iş bulamamıştır

Şeftali Kebabı (Kıbrıs'a özgü bir lezzet)...

[slideshow]Malzemeler:
Yarım kilo dana kıyma
250 gr. koyun gömlek
Yaklaşık 100 gr kuru soğan
yarım demet maydonoz
1 çay kaşığı tuz
biraz karabiber

Hazırlanışı:
Kuru soğanı soyduktan sonra olabildiğince ince doğrayın. Maydonozları iyice yıkayıp kurumasını bekledikten sonra küçük küçük kıyın.Dana kıymaya ilave ettiğin soğan, maydonoz, tuz ve karabiberle iyice yoğurun. Daha sonra yoğurduğun harcı şekillendirerek köfte biçimine getirin. Şeftali kebabının köftesi genellikle irice olur.

Kasaptan alacağın koyun gömleği açtıktan sonra (Her kasapta her zaman bulamayacağınız için kasabınıza önceden sipariş verin)
hazırladığınız köfteleri rahatça sarabilecek büyüklükte parçalara ayırın. Köfte biçiminde hazırladığınız malzemeyi gömlekle silindir
biçiminde sararak şişe geçirin. Izgarada pişireceğiniz şeftali kebabını afiyet olsun...

Not: Tarihi; Bir sokak kebabcısı olan Ali usta bu kebabı keşfetmiş. Musterileri cok begenmis ve adını sormus. Ali Usta kendi icat ettigi bir sey oldugu icin ismini de kendi bulmus. ŞEF ALİ KEBABI demis. Fakat seneler gectikten sonra bu Şeftali Kebabı olmuş.

Biraz Gülelim...

Neden ben?

Efsane Wimbledon’un ilk zenci şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden kaptığı AIDS’ten ölüm döşeğindeydi...

Dünyanın her köşesindeki hayranlarından mektuplar yağmaktaydı. Bunlardan bir tanesi şöyle soruyordu: - Allah böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?

Arthur Ashe cevap verdi: - Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar. 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir. 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, 5 bini büyük turnuvalara erişir, 50’si Wimbledon’a kadar gelir, 4’ü yarı finale, 2’si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Allah’a “Neden ben” diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken, Allah’a nasıl “Niye ben” derim?

“Mutluluk insanı tatlı yapar.
Başarı ışıltılı…
Zorluklar güçlü…
Hüzün insanı insan yapar,
Yenilgi mütevazi…
Allah’a asla “Neden ben?” diye sormayın.
Ne olacaksa zaten olur...”
(Arthur ASHE)

Yalnızlığa Alışmalı...

Bavulları hep toplu durmalı insanın…
Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı…
Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vazgeçmeli…
İhanetlere, terk edilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı…
Yalnızlığa alışmalı…
Çünkü “omuz omuza” günlerin vakti geçti.
Dayanışma, günümüzün borsasının değer kaybeden hisse senetlerinden biri artık…
Bireyin keşif çağı, geride kırık dökük yalnızlıklar bıraktı. Terörün bile bireyselleştiği çağdayız.
Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil; zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır…
İşte o yüzden alışmalı yalnızlığa…
Sokaklar dolusu ıssızlıkla baş başa yaşamayı göze almalı insan…
Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı…
Hüzünlü bir şarkıyla paylaşılan gecelerde başını dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli…
Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı…
Romanlardan yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür duvarlarına…
“Yalnızlık paylaşılmaz/paylaşılsa yalnızlık olmaz” dizeleriyle başlamalı güne…
Telesekretere “şu anda size cevap verebilecek kimse yok” denmeli,
“Belki de hiç olmayacak…” cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı…
Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır. Haklılığın onuru yaşatır insanı…
Susmanın utancı öldürür…
O yüzden en sessiz gecelerde “doğruydu, yaptım”la teselli bulmalı insan.
Feryada komşuların yetişmemesine, soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı…
Kendiyle hesaplaşmaya çalışmalı…
Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye, Kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır olmalı…
Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur ama hep kalıp savaşacak kadar gözü pek olabilmeli…
Sessizliği, sese dönüştürebilmeli…
Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan…
Yollarla barışmalı…
Yalnızlığa alışmalı…

Zamanın Değeri...

Bir yılın değerini anlamak için:
Final sınavını geçememiş bir öğrenciye sor.

Bir ayın değerini anlamak için:
Erken doğum yapmış bir anneye sor.

Bir haftanın değerini anlamak için:
Haftalık bir gazetenin editörüne sor.

Bir saatin değerini anlamak için:
Buluşmak için bekleyen aşıklara sor.

Bir dakikanın değerini anlamak için:
Treni, otobüsü ya da uçağı kaçıran birine sor.

Bir saniyenin değerini anlamak için:
Bir kazadan sağ çıkan birine sor.

Bir milisaniyenin değerini anlamak için:
Olimpiyatlarda gümüş madalya kazanmış birine sor.

Vakit kimse için beklemez. Sahip olduğun her dakikanın kıymetini bil. Onu bazı özel kişilerle paylaştığında değerini daha iyi bileceksin.

Biraz Da Gülelim...

Bir Bilene Sormuşlar...

Sormuşlar bir bilgine:

Hayat ne diye?
Demiş bilgin; iki yönlü bir yol
devam eder bilinmeze.
Sen görmemezlikten gelsen de
vardır bir yoldaş her köşesinde
Bazen çıkarsın zorlukla dar bir yokuştan
bazen de aşarsın dertleri sanki uçuyormuş gibi inerek buradan.

Peki, sevgi nedir, demiş biri
Kalbine sığmayacak kadar geniş
Dedikodusunu yapamayacağın kadar temiz,
kokusunu alamayacağın kadar uzak
hayal edemeyeceğin kadar yakın...

Ya korku nedir, diye atılmış diğeri
Bir yağmur damlasındaki barut kokusu.
Belki de saklanılan bir hayal yontusu
ya bir miniğin haykırışı,
ya da yüreği yaralı bir kuşun feryadı...

Peki ya umut nerededir, diye atılmış bir umut avcısı.
Bilinmezde değildir bilirim, demiş
yerini kaygılı ve tasalı.
Aradın boşuna her yeri ama unuttun en kolay yeri besbelli
bunu derken işaret etti insanın en derinden yaralanan yerini...

Peki, dost kimdir, diye sormuş biri.
Demiş; paylaştın mı sevgini, korkunu, ümidini ve yenilgini, verdin mi desteğini, sordun mu halini, yolladın mı yüreğini,
ağladın mı onun gibi.

Hissettin mi dostluğu, demiş diğeri.
Bilgin demiş:
Karşılığı olmadan verilir mi hiç yürekteki sevgi?
Dostluk dediğin; tek bir ruhun, iki ayrı bedende dirilmesi...

Günün Fıkrası...

Teknoloji

Amerikalılar yeni bir uçak geliştirirler ve bu uçağı denemek için Arabistan’a götürürler. Bir Arap pilotunu uçağa bindirirler ve uçak havalanır. Arap pilot uçağı kullanırken dört motordan biri patlar. Göstergelerde “Don t panic. This is American technology” yazısı görülür, pilot rahatlar.

Daha sonra bir motor daha patlar ve göstergelerde yine aynı yazı görülür. Pilot da uçmaya devam eder. Ne var ki az sonra iki motor birden patlar. Hiç motor kalmayınca Arap pilot panikler. Tam bu esnada göstergelerde yine aynı yazı görülür ve uçak kendi kendini yumuşak bir şekilde indirir.

Araplar pilottan bu olayı öğrenince şaşırırlar ve kendileri de böyle bir uçak yapmaya karar verirler. Ve nitekim bir uçak yapıp Amerika’dan bir pilot davet ederler. Pilot biner uçağa, başlar uçmaya. Bir iki dakika sonra bir motor patlar. Göstergelerde “Don’t panic. This is Arabic technology” yazısı görülür.

Az sonra ikinci motor da patlar ve aynı yazı gözükünce Amerikalı pilot: “Ulan bizim uçağın aynısını taklit etmişler” der. Derken iki motor birden patlayınca uçağın kendi kendini yere indireceğini düşünen pilot göstergelerde şu yazıyı görür: “Don t panic. This is Arabic technology. Please repeat after me. Eşhedü en la ilahe illallah...”

Sezen Aksu'dan Bir Klasik Daha...





Bir Kahve İçecek Kadar Zaman...

Bir gün bir profesör, masasının üzerinde birkaç kutu olduğu halde felsefe dersindedir. Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir mayonez kavanozunu alır ve içerisini tenis topları ile doldurur. Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar. Öğrenciler ittifakla kavanozun dolduğunu ifade ederler.

Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını, çalkalayarak kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar, onlar da “evet” doldu derler.

Tekrar profesör masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır, içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar, bu sefer profesör masanın altında hazır bekleyen 2 fincan kahveyi alır. Ve kavanoza boşaltır, kahvede kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Öğrenciler gülerler!Profesör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek “evet” diyerek; “ben bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım” der.

Şöyle ki; bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir; dininiz, ibadetleriniz, aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeylerdir. Şayet diğer şeyleri kaybetseniz de bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur. O çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir; işiniz, eviniz, arabanız vs. Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir… “Şayet kavanoza önce kum doldurursanız...” diye, anlatmaya devam eder, “Çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına (yeterli) yer kalmaz.”

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arz eden şeylere çevirin… Çocuklarınızla oynayın. Sıhhatinize dikkat edin. Eşinizle yemeğe çıkın. Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın. Akrabalarınızı ziyaret edin. Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin. Öncelikleri ve sıralamayı iyi bilin. Gerisi zaten hep kumdur.

Bu arada bir öğrenci parmağını kaldırır ve sorar; Pekiyi, o iki fincan kahve nedir? Profesör gülerek: “Bu soruyu sorduğuna sevindim. Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar vakit ayırın” der.

30 Ağustos 2011

Rezerve...

Biraz Da Gülelim...

Genç kız annesine sorar:

- Anne aşk nasıl bir şey?

- Aşk mı? Aşk şöyle bir şeydir kızım, hani mesela çok zengin ve yakışıklı bir adama rastlarsın, seni Venedik’e götürür, mehtapta gondolla gezersiniz, sonra San Marco Meydanı’nda güzel bir restoranda harika bir yemek yersiniz, müzik filan ve arkasından en
lüks bir otelde sana şahane bir gece yaşatır. Sonra da, ne bileyim işte, sana güzel bir araba alır, bir daire alır ya da deniz kıyısında sana bir villa satın alır, elmas gerdanlıklar, altın yüzükler hediye eder, mutluluktan uçarsın adeta, iste aşk böyle bir şeydir kızım…

- Ama anne, peki o heyecanlar, güzel duygular, kalbin küt küt çarpması, ilk buluşma, ilk öpücük. Bunlar yok mu?
- Ha onlar mı? Onlara inanma… Onlar bedava kız götürmek için komünistlerin uydurmaları!

Gerçek Sevgi...

“Bebeğimi görebilir miyim” dedi yeni anne. Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek
için kundağı açtı ve şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu... Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.

Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu. Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; ağlayarak, “Büyük bir çocuk bana ucube dedi.” Küçük çocuk bu
kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi, eğer insanların arasına karışmış olsaydı. Annesi, her zaman ona “Genç insanların arasına karışmalısın” diyordu, ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.

Delikanlının babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;“Hiçbir şey yapılamaz mı?” diye sordu. Doktor, “Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir” dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. İki yıl geçti bir gün babası “Hastaneye gidiyorsun oğlum, annem ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır” dedi.
Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçmişti, bir gün babasına gidip sordu: “bilmek
zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım...” Bir şey yapabileceğini sanmıyorum” dedi babası, “fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz değil...”

Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi. Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annesinin başına eline uzattı; kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti; annesinin kulakları yoktu.“Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu” diye fısıldadı babası” ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?”

Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı değildir, ancak kalptedir!
Gerçek mutluluk, gördüğün şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir...
Gerçek sevgi, yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinmeyen şeydedir!”

Kısadan Hisse...

Derviş Kaşığı...

Bir gün ermişlerden birine sormuşlar: “Sevginin sözünü edenler ile sevgiyi gerçekten yaşayanlar arasında ne fark vardır?” “Bakın göstereyim” demiş, ermiş.

Bir sofra hazırlamış. Bu sofraya sevgiyi dilinden düşürmeyen ama dilden gönle indirmeyen kişileri çağırmışlar. Hepsi yerlerine oturmuşlar. Derken, sıcak çorbalar ve arkasından da “derviş kaşığı” denilen bir metre boyunda kaşıklar gelmiş.

Ermiş: “Bu kaşıkların sapının ucundan tutup öyle yiyeceksiniz” diye bir şart koşmuş. “Öyle kaşığın çukur kısmına yakın yerden tutmak yok.” “Peki” demişler ve çorbayı içmeye başlamışlar. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden, sofradaki hiç kimse, çorbayı döküp saçmadan bir türlü ağzına götüremiyormuş. En sonunda, bakmışlar bu iş olmuyor, çorbadan vazgeçmişler. Öylece, aç aç kalkmışlar sofradan.

Onlar sofradan kalktıktan sonra, ermiş: “Şimdi de sevgiyi gerçekten bilip yaşayanları çağıralım sofraya” demiş. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgiyle gülümseyen insanlar oturmuş sofraya. Ermiş: “Buyurun bakalım” deyince de, her biri uzun saplı kaşığını çorbaya daldırıp karşısındaki kardeşine uzatıp içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş olarak, şükür içinde sofradan kalkmışlar.

“İşte” demiş ermiş. “Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim ki, kardeşini düşünür ve doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz. Şunu da unutmayın ki, hayat pazarındaki alan değil, her zaman veren kazançlıdır.”

Güzel şarkı...





26 Ağustos 2011

Kendine bi şeyler alırsın...

Patates, yumurta ve kahve... Siz hangisisiniz...

 

 
Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikayet eden; Her gün hayatının ne kadar berbat... olduğundan yakınan bir kız vardı Hayat, ona göre, çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu.

Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karşısına.

Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi.

Bir gün onu mutfağa götürdü.

Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu.

Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, Bir cezveye bir patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı.

Kızı da hiçbir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu.

Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya başladı.

Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi.

Yirmi dakika sonra, adam cezvelerin altındaki ateşi kapattı.

Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu.

İkincisinden yumurtayı çıkardı.

Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı.

Kızına dönerek sordu: - "Ne görüyorsun ?"

"Patates, yumurta ve kahve" diye alaylı bir cevap verdi kızı.

"Daha yakından bak bir de" dedi baba , "patatese dokun."

Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi.

"Ayni şekilde, yumurtayı da incele". Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü.

En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi.

Söylenileni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı.

Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı "Bütün bunlar ne anlama geliyor baba? "

Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de ayni sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı.

Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı farklı tepkiler vermişlerdi.

Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü.

Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğun içindeki sıvıyı koruyordu. Ama kaynar suda kalınca, yumurta sertleşmiş katılaşmıştı.

Ancak kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı.

"Sen hangisisin" diye sordu kızına.

"Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin?"

"Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin? "

"Yumurta gibi, kalbini mi katılaştıracakcaksın? "

"Yoksa, Kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin "

Siz Hangisisiniz.........?

Güllaç...

Güllaç hazırlamak.Öncelikle 3 litre süt ve 1kg şekere ihtiyacınız var. Ve tabiki ceviz, badem,
fıstık, fındık tarzı kuruyemişlerde olmazsa olmaz.

Öncelikle 3 litre süt,1 kg şeker ile kaynatılıp ılık vaziyete getirildikten
sonra,tepsiye konan her güllaç yaprağının parlak tarafı üzerine kepçe ile ılık
süt gezdirilir.Güllaç yaprakları bittiğinde kalan süt güllaçların üzerine
dökülür.

Buzdolabı veya serinbir yerde yarım saat
bekletildikten sonra üzerine dövülmüş ceviz,badem,fıstık,fındık ve arzu üzerine
gülsuyu ilavesiyle servis yapılır.Afiyet olsun.

O zaman bi kız vardı yanında...

Hayatta senin için neyin doğru olduğunu, bir tek içindeki ses söyleyebilir...

 



Her gün kendinle kalmak için zaman ayır ve kalbini dinle. İçindeki sesi dinle.
Tüm diğerleri farklı hissedebilir, farklı düşünebilir ama bu senin hissettiklerinin yanlış olduğunu göstermez, sadece onlardan farklı olduğunu gösterir 
Seçimi yapacak olan sensin!
Unutma!
 
Seçimi yapacak olan sensin!
Unutma!
Gerçekte sen ne hissediyorsan, o her zaman doğrudur.
Hayatta senin için neyin doğru olduğunu, bir tek içindeki ses söyleyebilir.
Dolayısı ile içindeki ses ile konuşmayı öğren.
...İçindeki sesin kendine has nedenleri vardır ki akıl hiçbir zaman anlayamaz.
Bazen içindeki ses sana zor geleni yapmanı söyleyebilir…
Korkma… ve içindeki sesi dinlemeye devam et…...♥

 

Rukiye gence teşekkürlerimle

Hepiniz harikasınız... Günün fotosu... 25/08/2011

her gün ve her gece bıkmadan usanmadan yeniden doğabilirsin...

 



Hayatta en büyük dostun sen olabileceği gibi, en büyük düşmanın da sen olabilir. Seçimini yap ve kendin için dost mu yoksa düşman mı olacağına karar ver.
Yaşamdaki tüm acılarını atlatabilirsin, her şeye rağmen mutlu olmayı başarabilirsin, istersen kötü alışkanlıklarını bırakabilir ve her zaman yeniden başlayabilirsin.
Bugün, hayata yeniden başla!
ilk adımın kendini bağışlamak olsun!......................♥

Bugün, hayata yeniden başla!
ilk adımın kendini bağışlamak olsun!
Tıpkı kasvetli ve bulutlu bir havanın ardından kendini gösteren güneş gibi olabilirsin. Ve aynı güneş gibi,
ay gibi,
her gün ve her gece bıkmadan usanmadan yeniden doğabilirsin

Rukiye gençe teşekkürlerimle...

hepinize yüreğinizin seçimlerini yapabilecek kadar güç diliyorum...............♥

 

 
Unutma!
Yapılacak daha nice yeni hatalar var
öğrenilecek daha nice yeni dersler var, tekrar tekrar aynı hatalara düşmek niye?
Her şey sende gizli
Hayatın kötü bir yola girmişse, direksiyondakinin sen olduğunu hatırla!
...Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnız, güçlü hissettiğin kadar güçlüsün
Seçimi yapacak olan sensin!
hepinize yüreğinizin seçimlerini yapabilecek kadar güç diliyorum...............♥

 

Rukiye Gence teşekkürlerimle...

zor olan çılgın bir fırtınadan sonra gökkuşağı gibi gülümseyebilmektir…


Karamsar olmak zor değil,
zor olan çılgın bir fırtınadan
sonra gökkuşağı gibi gülümseyebilmektir…
Kucaklamaya kollarının yetmeyeceği bir ağaç,
bir tohumla baslar.
En uzun yolculuklar ise, bir adımla baslar.
Gerçek sevgiler ise bir tebessümle baslar…
Annem her fırsatta çocuklarına güneşe doğru
zıplamalarını öğütlerdi.
güneşe ulaşamazdık ama hiç olmazsa
ayaklarımız yerden kesilirdi...


Zora Neala Hurston

bu dünya yaptıklarımızın yankılanıp tekrar bize döneceği bir dağdır...



yaşamanın temel kuralı şudur:

ne yaparsanız o size aynen geri gelir.

eğer sert sözcükler kullanırsanız geri geleceklerdir. eğer insanları incitirseniz, bu size geri gelecektir. b

ir defasında bir kaç arkadaşımla matheran'daydım. yankı noktası denilen bir yeri gezmeye gittik. bizimle beraber olan bir adam köpek gibi havlamaya başladı ve etraftaki tüm vadiler ve dağlar sanki oralarda binlerce köpek... varmış gibi havlamaya başladı. adama şöyle dedim, neden bir şarkı söylemiyosun?

çünkü bu dağlar sadece verdiğini geri veriyorlar. eğer bir köpek gibi havlarsan onlar da köpek olur. neden bir şarkı söylemiyorsun? ve adam bir şarkı söylemeye başladı… ve üstümüze onun bu güzel şarkısı yağdı.

tüm vadilerden ve dağlardan bu şarkı bize geri gelmeye başladı. oradaki insanlara yaşamın da bir yankı noktası olduğunu söyledim."

dünya, ben böyle olduğum için böyle! →

"bu dünya yaptıklarımızın yankılanıp tekrar bize döneceği bir dağdır!"

Hülya Konar

25 Ağustos 2011

Ekstra bir durum...

Sev de gel evladım sev de gel...



Bir gün bir gencç Mevlanaya gider ve ona
”Beni müridliğe kabul buyurun efendim” diyerek niyazda bulunur…
Mevlana gence bakar ve
-”hiç aşık oldunuz mu evladım?” diye sual eyler.
Genç şaşkın bir halde ne diyeceğini bilemez.
Mevlana, müridliğe kabul edilmesi için önce bir kulu sevmiş olması gerektiği söyler ve genci geri gönderir.
Genç ne yapacağını bilemez bir hal içinde ertesi gün tekrar tekkenin kapısını çalar ve isteğini yeniler.
Mevlana sualinde ısrarlıdır ve genci tekrar geri gönderir.
Üçüncü gün genç dayanamaz ve Mevlana’ya bu isteğinin hikmetini sorar.
Mevlana mütebessim bir çehreyle müride döner ve
-”Bir kulu dahi sevmekten aciz olan, nasıl yüceler yücesi Allah’a aşık olmaya yol bulur?
Bir kulun ateşine yanmamış gönül, yüceler yücesinin aşkını nasıl bilsin de yansın?
Sev de gel evladım sev de gel.

Güldürcektim...

 

Çiğ Börek...



 Malzemeler :
•4 çay fincanı, un
1 yemek kaşığı, yoğurt
1 çay kaşığı, karbonat
1 tatlı kaşığı, tuz
Alabildiği kadar su

◦İç Harcı İçin
250 gram, kıyma
2 tane, soğan
1 miktar, maydanoz
Tuz
Karabiber

Çiğ Börek Tarifi:
Karıştırma kabına unu alalım, üzerine sırası ile yoğurdu, karbonatı, tuzu ve ılık suyu ilave edelim kıvama gelene kadar yoğuralım kıvama gelince bir kenara alalım. Biz bu arada iç harcını hazırlayalım, soğanları rende yapalım bir kaba alalım. Kıymayı soğanın içine ilave edelim, tuz ve karabiberini ayarlayalım, köfte harcı gibi yoğurarak özleştirelim. Hazırladığımız hamurdan portakal büyüklüğünde, bezeler koparalım, mardane ile 1 cm kalınlığında açalım, içine iç harçtan koyalım ve kapatalım. Hazırladığımız çiğ börekleri bol kızgın yağda kızartalım. Afiyet olsun.

Ve sen üzüntünün içinde boğulurken, hayatın geçip gittiğini unutmuşsun....



Ve sana söylüyorum; gidecek hiçbir yol yok. Her şey bu anda. Bütün varoluş, bu anda toplanmıştır. Bu anın içine sığar. Bütün varoluş, yaşadığın anda akmaktadır. Hepsi bu.

Ve sen üzüntünün içinde boğulurken, hayatın geçip gittiğini unutmuşsun....

Osho.....

Her bunalım, daha güçlü ve bilge olabilmek için bir fırsat sunar insana...



"Her bunalım, daha güçlü ve bilge olabilmek için bir fırsat sunar insana; kendi  içinde daha derinlere dalmanı ve daha iyi bir sonuç yaratabilecek kapasitedeki daha iyi bir sen olduğunu keşfetmeni sağlar."
John Dordon

Dalganın içi... Günün fotosu 25/08/2011

Wave

Sebep?

hayatıma giren herşeye bana birşeyler öğrettikleri için onlara teşekkür ediyorum...


Her kim olursa olsun, her ne sebeble olursa olsun hayatıma giren herşeye bana birşeyler öğrettikleri için onlara teşekkür ediyorum.

 Hayatıma giren ve ilişkimizin sonlandığı herkesi ve herşeyi sevgiyle affediyor  ve onlardan da beni affetmelerini diliyorum...

24 Ağustos 2011

Bir şeyi sadece 'olan' olarak hiç gördünüz mü?

Yin-yang sembolü BİR ŞEYİ İYİ YADA KÖTÜ, POZİTİF YA DA NEGATİF..
ÜSTÜN VEYA AŞAGI DİYE NİTELENDİRMEDEN SADECE OLDUGU GİBİ BIRAKTINIZ MI HİÇ?Bıraktınız mı? ,Bir şeyi sadece 'olan' olarak hiç gördünüz mü?
Ancak vardır / olandır bilincine eriştiğinizde, kendinizi, negatif / pozitif enerjinin aşırılıklarından ve yargılamaktan kurtarabilirsiniz.
...
Kutuplar arasında yaşamaya devam ettikçe, dogmalar hayatınızı yönlendirir.
'İyi' mevcut olduğu sürece 'kötü' de mevcut olmak zorundadır. Bir şeye 'iyi' gözüyle baktığınızda, onu dengelemek üzere bir de 'kötü' yaratmak zorundasınız. Bunu biliyor muydunuz?'Doğru' kavramına her kucak açtığınızda, onun zıt kutbu olan 'yanlış'ı da kendinize çekersiniz.


Şimdi artık, neden işlerin hep 'doğru' gitmediğini biliyorsunuz."
Ramtha...

düşünceler BULUTLARDIR....


Bazen gökyüzünde SiYAH bulutlar olur;
Gökyüzü bu siyah bulutlar yüzünden değişmez...
Ve bazen BEYAZ bulutlar da olur
ve gökyüzü bu beyaz bulutlar yüzünden de değişmez...
BULUTLAR gelirler ve giderler,
...Gökyüzü BAKi kalır...
SEN gökyüzüsün ve düşünceler de BULUTLARDIR....

OSHO

yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?


Tahir olmak ta ayıp değil
Zühre olmakta
Hatta sevda yüzünden ölmek te ayıp değil...
Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte yani yürekte....
Mesela bir barikatta döğüşerek
...Mesela Kuzey Kutbu'nu keşfe giderken
Mesela denerken damarlarında bir serumu ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak ta ayıp değil Zühre olmak ta
Hatta sevda yüzünden ölmek te ayıp değil..
Seversin dünyayı doludizgin ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istersen dünyadan ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık Yahut hiç sevmeseydi Tahir ne kaybederdi Tahir'liğinden
Tahir olmak ta ayıp değil
Zühre olmak ta
Hatta sevda yüzünden ölmek te ayıp değil...NAZIM HİKMET

Hayde bre pehlivan... günün fotosu... 24/08/2011

Akıllı ol...

Gömleğin İlk Düğmesi Yanlış İliklenince Diğerleri de Yanlış Gider...

 



 

Gömleğin İlk Düğmesi Yanlış İliklenince Diğerleri de Yanlış Gider...

Şevval Sam - Çayeli'nden Öteye

http://youtu.be/qCMHTx0qyEU

23 Ağustos 2011

tıpkı senin gibi, o da mükemmel değil ve ikiniz birlikte asla mükemmel olamayabilirsiniz...





O'nun ilk aşkı olmayabilirsin, son aşkı da; hatta bir tanesi de, daha önce aşık oldu, tekrar olabilir. ama şu an seni seviyorsa daha ne olabilir ki?

ama şayet o seni güldürebiliyorsa, seni geliştiriyorsa, sana güven veriyorsa  daha ne.

sana kırabileceğini bildiği bir parçasını vermiş- kalbini-

yaralama onu, değiştirmeye çalışma,  verebileceğinden fazlasını bekleme.

seni mutlu ettiğinde gülümse, kızdırdığında fark etmesini sağla ve yokken özlediğini bil...

Güler Aşıkoğluna teşekkürlerimle...

sizi sadece SİZ olduğunuz için sevenleriniz olsun...


TUZLU KAHVEKıza bir partide rastlamıştı.. Harika birşeydi. O gün peşinde o kadar... delikanlı vardı ki.. Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti. Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı, ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı...
"Ben artık gideyim" demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı...

"Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi.. "Kahveme koymak için.."

Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı... Kahveye tuz!.. Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız, merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi..

Delikanlı anlattı:

"Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde
hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. . Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar... Onları ve evimi öyle özlüyorum ki.."

Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının... Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri... Ev duyusu olan biri... Kız da konuşmaya başladı... Onun da evi uzaklardaydı.. Çocukluğu gibi... O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu... Tatlı ve sıcak...

Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii... Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu... Onun böyle sevdiğini
biliyordu çünkü...

40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına... Şöyle diyordu, satırlarında...

"Sevgilim, bir tanem... Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim... Tuzlu kahvede... İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun?.
Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken 'Tuz' çıktı ağzımdan... Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana
gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok...

İşte gerçek... Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat.. Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum.

Dünyaya bir daha gelsem, herşeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da.."

Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında birgün biri, kadına "Tuzlu kahve nasıl bir şey" diye soracak oldu...

Gözleri nemlendi kadının...

"Çok TATLI!..." dedi...

"Dileriz tuzlu kahve yapsanız bile, sizi sadece SİZ olduğunuz için sevenleriniz ve o kahveyi sevginin ışığında zevkle içenleriniz olsun....AŞKLA KALIN"

Düşünce, kalkıp siliyorum dizlerimi, geçiyor…



Çocuk gibiyim şimdi,
Aklımda anne nasihatları…
İyi arkadaşlar ediniyorum kendime…
Ağlamak yok,
Düşünce, kalkıp siliyorum dizlerimi, geçiyor…
(İncir Reçeli'nden)

Tavuskuşu... Herkese şans getirsin... Günün fotosu... 23/08/2011

peacock baby Peacock

Ay ellerimi de yeni kremledim...

Sevmek ve sevilmek için çareler arayın..!



Küsmek ve darılmak için bahaneler aramak yerine ;

Barışmak için

Sevmek ve sevilmek için çareler arayın..! -

MEVLANA

Oysa...



Oysa,
Ne kadar
Ne kadar
Ne kadar yalnız
Sanıyordum kendimi demin !.

- Can YÜCEL -

Hayko Cepkin - Fırtınam

http://youtu.be/uhJJGZyjrDI

çoban oldum gidiyorum
yapayalnız bu diyardan
kırbacını vurma yüzüme
düşürür halim zor aah
düşürür halim zor aah

kar'ın oldum eriyorum
güneş olma yamacımda
ırmağın olurum senin
sularım önünde durma

yolum uzun
gör güzelim
vakit doldu ben gideyim
küçük yaşta ağlar oldum
fırtınamsın benim
sen estikçe ben titrerim

çoban oldum gidiyorum
yapayalnız bu diyardan
kırbacını vurma yüzüme
düşürür halim zor ah
düşürür halim zor ah

karın oldum eriyorum
güneş olma yamacımda
ırmağın olurum senin
sularım önünde durma

yolum uzun gör güzelim
vakit doldu ben gideyim
küçük yaşta ağlar oldum
fırtınamsın benim
sen estikçe ben titrerim

yolum uzun gör güzelim
vakit doldu ben gideyim
küçük yaşta ağlar oldum
fırtınamsın benim
sen estikçe ben titrerim

22 Ağustos 2011

Foça'da kedilere her gün bayram...

 

[slideshow]

Foça’ya uzun yıllar gitmedim gitmedim sonra aynı sezonda iki kere yolum oradan geçti… Foça kendine özgü sahil kasabası havasını kaybetmemiş yerlerden biri… O yüzden oraya tekrar yolumun düşmesine de sevindim… 

Tabi ki bahsettiğim Eski Foça… Deniz kenarındaki balık lokantaları, kahvaltı yerleri, kumrucusu, dondurmacısı, iki katlı şirin evleri ve çarşısında ev yemekleri yapan lokantasıyla beni fetheden Eski Foça … Aslında Yeni Foça’yı görmedim ama yoldan geçerken algıladığım kadarıyla çok betonlaşmış… 

Foça’dayken beni tek üzen şey fazla rüzgar oldu… Bana mı öyle rastladı yoksa hep mi öyle bilmiyorum ama her iki gidişimde de çok rüzgarlıydı… Hatta rüzgardan dolayı günübirlik yapılan tekne turlarına bile çıkamadım… O yüzden bir kere daha gitmek farz oldu…

 Tekne turu da yapmadıysam ne mi yaptım? Hemen anlatayım… Bir kere sabah kahvaltı için deniz kenarındaki yerlere gittim… Çok güzel sucuklu yumurta yapıyorlar, bal kaymak da cabası… Yanında da ister ada çayı, ister normal çay geliyor… Fakat burası o kadar kalabalık ki hem oturmak için hem de siparişinizin gelmesi için bayağı beklemek zorunda kalıyorsunuz… Ama lezzet olarak beklediğinize kesinlikle değiyor… Arkasından kediler etrafınızda bir çember oluşturuyor… Yumurtanızın sucuklarını bir bana bir sana diye diye bitiriyorsunuz…

 Turizmin yanı sıra balıkçılıkla geçinen Foça’da her yer balıkçı tekneleriyle dolu… Kahvaltı sonrası üstlük çayınızı içerken ağlarını onaran balıkçıları uzun süre seyredebilirsiniz… Önce düğüm var mı diye boydan boya ağlarını gözden geçiriyorlar… Arkasından da tamirat başlıyor… Uzun uzun onları seyrediyorum… Hem balık tutma maceralarını düşünüyorum hem de büyük bir beceriyle ve hızla ağlarını tamir etmelerini seyrediyorum… Sucuk faslından sıkılan kediler de bu sefer bu teknelerin etrafını kaplıyor… Ağların dibinde kalmış balıklar da onların nasipleri… Bu hayatta şanslı olacaksın… Kedilerin yediği balığın haddi hesabı yok Foça’da… 

Kahvaltı ve tamirat faslını seyrettikten sonra yediklerimi biraz eritmek için deniz kenarında bir ileri bir geri yürümeye başlıyorum… İlerde küçük bir çarşı var… Az dükkan var ama yine de beni oyalıyor… Sonra da deniz vakti geliyor… Burada deniz buz gibi ve tertemiz… Denize gir çık gir çık yorulup kaldığım Bülbül Yuvası’na geri dönüyorum… İlk sefer gelişimde deniz kenarında bir yerde kaldım ama çok temiz değildi… Memnun kalmadım… Ama Bülbül Yuvası güzel… Orada biraz dinlendikten sonra tekrar merkeze iniyorum… Meşhur sakızlı dondurmasından yiyorum… Deniz kenarında turluyorum… Tekrar Bülbül Yuvası’na geri dönüyorum… Bu arada otelde ev yapımı çörekler, börekler var… Ertesi sabah kahvaltıyı burada yapmaya karar veriyorum… 

Otelin önünde küçük bir terası var. Terasta salıncağı falan var… Salıncakta sallanıp biraz daha geviş getiriyorum… Arkasından akşam yemeği vakti gelince denizden ne çıksa yerim havalarında olduğumdan deniz kenarında yan yana dizili lokantalarda alıyorum soluğu… Sırayla hepsini inceliyorum… Pek bir farklarını göremiyorum… Birini seçip oturuyorum… Başlangıç olarak da biraz Ege otu arkasından da balık istiyorum… Her gelenin tadı güzel… Keyifleniyorum… Üstüne bir de buraya özel dibek kahvelerinden içiyorum… Sonra tekrar Bülbül Yuvası’na dönüyorum… Birkaç günüm benzer tempoda geçiyor… 

Bu arada tam oradayken kuzenim beni arıyor nerdesin diye soruyor Foça’dayım deyince ayyy orası benim de en sevdiğim yerlerden biridir diyor… Ben de sevdim diyorum… Kendine özgü havasına bayıldım diyorum… Denkleşebilir miyiz diye bakıyoruz ama olmuyor… Kısmet dilmiş deyip kapatıyoruz telefonu… 

 Başka ne mi yaptım?  Hemen anlatayım…Foça’da tarihi kaleydi, hamamdı bir şeyler var ama içimden dolaşmak gelmiyor… Onun yerine deniz kenarının bir paralelindeki iç çarşıyı gezmeyi tercih ediyorum… Daracık sokağın üstü asma yapraklarıyla örtülmüş… Doğal gölge olmuş… Oralarda oyalanıyorum biraz… Acıkınca yöresel yemek yapan köşedeki lokantaya gelmeyi de kafama yazıyorum…

 Oradan da balık haline geçiyorum… Zaten her yer dibdibe olduğundan hiç yorulmuyorum… Balık halinde çeşit çeşit balıkların fotoğrafını çekiyorum… Dışarıdaki manavda yeşilliklerin fotoğrafını çekiyorum… Fotoğraflarını çektiğimi gören esnaf “abla bu saatte pek çeşit kalmaz sen en iyisi sabah beşte gel, esas çeşit o zaman” diyorlar… O saatte kalkıp gitmeye niyetleniyorum ama uyku ağır bastığından gitmiyorum… 

Sonra tepelerdeki tarihi yel değirmenlerini seyrediyorum… Çevredeki kıyı ve adalardaki fokların hikayelerini dinliyorum… Böyle böyle Foça’daki günlerimi yiyip bitiriyorum… Ben orada olmaktan çok keyif alıyorum… Size de yolunuzu bir düşürün derim… 

Sağlıcakla,

Gerçeği ararken...

 



Çağlar boyunca güneş, sadece gezegenimizi ısıtan bir gök cismi olmaktan öte, tapınılacak 

bir tanrı olmuş ve yeryüzündeki insanlar, tanımlayamadıkları bu gökyüzü cismini, doğaya etkilerinden yola çıkarak herşeyin yaratıcı gücü kabul etmişler. Ne de olsa tarladaki ekinlerin yeşermesine, iklimlerin düzenine ve hatta insanların dinlenme biçimi, güneş sayesinde düzenlenmişti; kısacası yaşamın temellerinden idi.

Düşünme becerimiz geliştikçe, güneşi tapınılacak bir tanrıdan ziyade gezegenimizin yakınında, içinde bulunduğumuz gezegen sistemin merkezi olan ve ısısını çevresine yayan bir yıldız olduğunu, dünyanın doğasını da bu ısıma yüzünden yaşanabilir hale geldiğini gördük.

Düşünme sistemimiz de giderek gelişti; özellikle Einstein, son yüzyılda büyükçe bir adım atarak, Görecelilik Teorisini oluşturdu. Yaşamının önemli bölümünü verdiği bu araştırmasının başlangıcını yine bir meslekdaşı olan Eddington sayesinde ispat edebildi. Bu teori, güneşin varlığının, aynı bölgede bulunan yıldızların gerçek konumlarını algılamamızı etkilediği temeli üzerine dayanıyordu. Eddington, aynı konumda güneş

tutulması sırasında ve gece çektiği fotoğrafları üst üste koyarak bu ispatı bilim dünyasına sundu. Evrendeki gök cisimleri, konumlarındaki ışığı bükerler ve bu yüzden bu gibi ölçümler, bu gök cisimlerinin kütleleri göz önünde bulundurularak yapılır.

Ego'muzun varlığı da, gökyüzündeki güneş gibidir. Bir dönem ona taparız; bizi var eden yaratıcı odur. Onun sayesinde herşeyi yapabiliriz, bizi diğerlerinden farklı kılan o'dur. O adeta içimizde ikinci -belki de daha üst- bir varlık gibidir. Ona methiyeler düzer, sanatımızla  egomuzun ne kadar da biricik olduğunu söyler dururuz.

...

Bir süre sonra, belki de hayal kırıklıklarımızla bu yarattığımızın bir ilüzyon olduğunu kavrar, aslında o kadar da biricik olmadığımızı fark ederiz. Çevremizde başka güneş sistemleri olduğu gibi, ego sahibi başka insanlar da vardır. Bazılarının güneşi daha parlak, bazılarınınki daha cılızdır. Sonra bu evrende sayısız gök cismi, sayısız da güneş olduğunu fark ederiz.

...

Ve düşünmeye devam ederiz... Ya bu güneşimiz, tıpkı gök cisimlerinde olduğu gibi gerçekleri eğip büküyorsa? Ya kendimizi algıladığımız halimiz, güneşimizin göz önünde olmadığı anda daha doğru ölçümlenebiliyorsa? Sanırım Einstein'ın yaptığı gibi, artık kendimizi doğru tanımak için değerlendirmemiz sırasında egomuzun etkilerini bertaraf etmemiz daha doğru sonuçlar verecektir. Yoksa o güneşin yarattığı bükülmeler, gerçekler yerine ilüzyonlara takılı kalmamıza yol açacak..

- cem gencer, istanbul, 6 mart 2011

Abi bunları yakalamak için ne yem kullanıyorsun ?

Ufff mu oldu... Günün fotosu... 22/08/2011

Ve biz 'bunlar benim düşüncelerim' deriz.Ama hisset onlar gerçekten sana mı ait? ...



Ve biz 'bunlar benim düşüncelerim' deriz.Ama hisset onlar gerçekten sana mı ait? 'Benim' diyebilir misin?

Ne kadar çok hissedersen,onların sana ait olduğunu söylemen o kadar az mümkün olur.

Onların hepsi ödünç alınmıştır,hepsi dışarıdan gelmiştir.Onlar sana gelmiştir ama sana ait değildir..Yalnızca birikmiş toz.

Bu düşüncenin sana nereden geldiğini bilmesen bile,hiçbir düşünce sana ait değildi...r.

Belki çabalarsan bu düşüncenin sana nereden geldiğini bulabilirsin.Yalnızca içsel sessizlik sana aittir.Onu sana kimse vermemiştir.Sen onunla doğdun ve onunla öleceksin.

Düşünceler sana verilmiştir,sen onlara göre koşullanmışsın...

Osho

İnternette San Fransisko'dan bir çocukla tanıştım...

Güzin & Baha - Gençlik Başımda Duman

http://youtu.be/bsxhPJszXls

21 Ağustos 2011

Her şeye boşver; öylesine sev ki, sevdiğin erkeği bile umursama,...

 

 

Madem ki bir aşkın var, ne güzel tadını çıkar...
Her şeye boşver ve aşkı yaşa...
İlle de büyük aşk olması gerekmez;
yaşanan her aşk büyüktür,
yeter ki tadını çıkarmasını bil...
...Çok büyük umutlar bağlama,
yarını hiç düşünmeden, günü gününe sev,
sevginin tadını çıkar...
Sevgide geleceği düşünürsen aşkı maşk kalmaz

Sakın haaa... Sonsuz monsuz diye herifin başını yeme...
Her şeye boşver; öylesine sev ki, sevdiğin erkeği bile umursama,...

Aziz Nesin

Fil banyoda yıkanırken ... Günün fotosu... 21/08/2011

Size herkesten daha fazla zarar veren bu kırgınlıkları, üzüntüleri ve pişmanlıkları atmaya bakın...


Toksin maddelerin ve toksin besinlerin sağlığa zararlı etkilerinden hepimiz haberdar olsak da toksin duygular sık sık yaşlanma sürecinin daha zararlı hızlandırıcılarıdır. Kırgınlık, düşmanlık, pişmanlık ve keder taşıdığımızda canlılığınız aşınır ve sevgi de üretemez hale geliriz.Kalbinizi toksin duygularla yüklemek sizin için tam şu anda, mümkün olan sihir, gizem, sevgi ve neşeyi tam olarak yaşamanıza engel olur. Size herkesten daha fazla zarar veren bu kırgınlıkları, üzüntüleri ve pişmanlıkları atmaya bakın.

Duygusal toksinleri atma süreci fiziksel olan toksinleri atmayla aynıdır. İlk önce yaşamı tüketen duyguları, yaşamı güçlendirenlerle değiştirmeyi istediğinize dair belirgin bir niyetinizin olması gerekir. Pişmanlık ve kırgınlığın, merhamet ve affediciliğe metabolize edilmesi belirgin bir şekilde bedeninizi, zihninizi ve ruhunuzu ezeli hayati enerjinize uyandırabilir.

Toksin duygular yaşlanma sürecinin en tehlikeli hızlandırıcısıdır. Onları kalbinizden atmaya kendinizi adayın.

DEEPAK CHOPRA

Bir zeytin ağacının gölgesinde, horoz ötüşü eşliğinde yapılan kahvaltının tadı başka nerede olabilir ki?

Kıbrıs'ta neler oluyor diye merak ediyorsanız hem kalemine hem de kişiliğine çok saygı duyduğum Gürdal Hüdaoğlu'nu takip etmenizi öneririm... Ayrıca kelimeleri kullanış tarzı , taşı gediğine oturtmadaki becerisi ve fikirlerini çekinmeden paylaşması beni etkileyen diğer özellikleri... Bu yazısında beş yıldızlı oteller ve doğa tatilini karşılaştırmış... Ben oyumu tamamen doğa tatiline verenlerdenim... Ya siz?

www.haberkktc.com  Çok yıldızlı tatil...

Gürdal HÜDAOĞLU

Kıbrıs “kalkınma” telaşında… Adada yaşam, modern koşullara uygun olarak yeniden biçimleniyor. Kasabalar şehre, dükkânlar plazaya, evler villaya dönüşüyor. Hayat eskisi kadar durağan değil. Her yerde bir acele ve koşuşturmaca var. Trafik yoğun ve bıktırıcı.
 
Çocukların zamanı tenha sokaklarda değil, kurslarda ve kapalı oyun salonlarında geçiyor. Yetişkinler eğlenceyi konforlu ama gürültülü ve kalabalık mekânlarda arıyor. Şamata ve şatafat, dinginliğin tahtını ele geçirdi.
 
Zaman işte böyle bir şey. Kendi bildiğince akıyor ve yalayıp geçtiği her yere bir şekil veriyor. Onun kudretine direnmek imkânsız…
 
Değişimin baş döndürücü hızında yorgun düşenler, galiba, zamanın akmadığı yerlere kaçmak zorunda. Bunun için merkezden uzaklaşıp, kuytulara sığınmak gerekiyor. Temposuz bir tatil insanı kendine getiriyor.
 
Bir vakitler Karpaz için “pansiyon turizmi” öngörülmüştü. Buna göre insanlar küçük ama bakımlı yerlerde konaklayacak, sakinliğin tadını çıkaracak ve bu güzel yerden geldikleri gibi sessizce ayrılacaklardı. Böylece bu narin coğrafyanın üzerine “kitle turizmi” denilen o dev yaratıkla çullanılmamış olacaktı.
 
Fakat “kalkınma” ideolojisinin bu düşünceyi çöpe göndermesi pek zor olmadı. Bölge kısa sürede lüks otel yatırımlarına açıldı. Doğallığın ve sükûnetin cennetine beş yıldızlı, kumarhaneli devasa yapılar konduruldu.
 
Her şeye rağmen Karpaz hâlâ uzakta… Hâlâ sakin ve zamanın yavaş aktığı bir yer… Devlet “beş yıldız” stratejisini ilerletedursun, bölge, kendini doğasına uygun bir şekilde dizayn  etmekten geri kalmıyor.
 
Geçmişte yarım kalan proje şimdilerde kendiliğinden hayat buluyor. Kimisi eski evini restore edip pansiyona dönüştürmüş, kimisi boş arazisine 15-20 odalı bir otel yapmış… Bir köyün içinden geçerken birkaç farklı otel tabelası görerek şaşırmak mümkün. Hepsi de çiçekler ve ağaçlar arasında, gösterişsiz ama doğal ve şirin yerler…
 
Belki heyecan verici su parkları, rahatlatıcı saunaları, çok seçenekli açık büfeleri ya da karşı konulmaz kumar makineleri yok. Ama hepsi birer kafa dinleme ve sakinleşme mabedi…
Bir zeytin ağacının gölgesinde, horoz ötüşü eşliğinde yapılan kahvaltının tadı başka nerede olabilir ki? Bir yanınızda odun fırınında ekmek pişiriliyor… Burnunuzda kazanda kaynayan “gulluri” pekmezinin kokusu… Taşın üstünde pişirilen Baf usulü delikli bitta eşliğinde nefis bir Kıbrıs kahvaltısı…
 
Otelden çıkıp çevre köyleri keşfe çıkmanın keyfi bir başka. Uçsuz bucaksız üzüm bağlarını yararak tepenin üstünde asılı gibi duran 40-50 haneli köylere ulaşıyorsunuz. Kulaklarınızda Kıbrıs’ın eşsiz yaz senfonisi… Ağustos böcekleri hiç susmuyor…
 
“Konfor” aslında nedir? Beş yıldızla ölçülebilecek robotik bir şey mi yoksa gece sessizliğinde, kemerli köy evinden bozma bir otelciğin avlusunda, üzerinizi kaplayan yıldız denizi altında tasasızca tünemek mi?

Gürdal Hüdaoğlu'na teşekkürlerimle...

hiç kımıldamadan duran da benim... yürüyüp giden de benim...



hiç kımıldamadan duran da benim...

yürüyüp giden de benim...

Mevlana Celaleddin-i Rumi

Filden...

Canan Anderson - Nihavend Longa

http://youtu.be/NNEXAoofKVM

19 Ağustos 2011

Mutluluk, onun mutlu olduğunu bilmektir" diyecektir bence....

 


 

Mutluluk nedir?" diye sor bir kediye, ciğer mi der sence?
"Mutluluk sıcacık bir kucakta sevilmektir" diyecektir bence..
"Mutluluk nedir?" diye sor bir köre, "görmek" - midir der sence?
"Mutluluk her rengi hissedebilmektir" diyecektir bence...
"Mutluluk nedir?" diye sor bir dilenciye, "çuval dolusu para" mı der sence?
..."Mutluluk sıcacık bir evde eksiksiz huzurla" yaşamaktır diyecektir bence...
"Mutluluk nedir?" diye sor bir sevene, "onunla olmak" mıdır der sence?
Hayır! "Mutluluk, onun mutlu olduğunu bilmektir" diyecektir bence....

PUCCA...

 

Patlıcan oturtma...

1 kilo patlıcan

2 soğan

4-5 diş sarımsak

3 biber

3 domates

tuz karabiber

3 kaşık zeytinyağ

Yapılışı:

1)Patlıcanları önce alacalı soyuyoruz. Arkasından halka halka kesip yağ koymadan kızartıyoruz. Neden? Yemeğimiz hafif olsun diye tabi kiii :)))

2)Başka bir tavada soğanları küp küp doğrayıp kızartıyoruz. Doğranmış biber ve sarımsakları ekleyip biraz daha çeviriyoruz. En sonda tuzunu ve karabiberini ekleyip karıştırıyoruz. Bu  da bizim harcımız oluyor... 

3) Genişçe bir tencereye patlıcanları diziyoruz.Üstüne hazırladığımız harcı yayıyoruz.

4) En üste halka halinde dilimlenmiş domatesleride yerleştirip biraz kaynar su ilave edip kısık  ateşte 15-20 dakika pişirip altını kapatıyoruz ...

Afiyet şeker olsun...

Konuk aşçı Mehmet Tandoruk''dan ...

Karagöz Hacivat... -Chat ne ola ki??...- Senin anlayacağın lak lak...

http://youtu.be/_EUlDuRVi80

Chatten zenne tavladın değil mi?

Beni de aranıza alın... Günün fotosu...19/08/2011