20 Eylül 2011

Mini kumpir...

 



8 adet küçük boy taze patates
1 çay bardağı konserve mısır
5-6 adet kornişon turşu
... 10-12 dal maydanoz
1 tatlı kaşığı hardal
1 çorba kaşığı ketçap
1 çorba kaşığı oda sıcaklığında tereyağı
1 su bardağı rendelenmiş kaşar peyniri
Tuz, karabiber, pulbiber

Üzerine:
8 adet kokteyl sosis
2 çorba kaşığı sıvıyağ
1 çay bardağı rendelenmiş kaşar peyniri

Yapılışı
YIKANMIŞ patatesleri kabuklarıyla birlikte 15 dakika haşlayın. Suyunu süzdükten sonra üst kısmını bıçakla (+) şeklinde çizin ve tatlı kaşığıyla içini çıkarıp bir kaba alın. Bu kaba, mısır, küp doğranmış turşu, kıyılmış maydanoz, hardal, ketçap, tereyağı, kaşar peyniri, tuz, karabiber ve pulbiber ekleyip karıştırın. İçleri boşaltılmış patateslere bu karışımı paylaştırın. Diğer taraftan sosisleri iki ucundan (+) şeklinde kesin ve kızdırılmış sıvıyağda kızartın. Kumpirlerin üzerine 1'er adet sosis yerleştirin. En üste de kaşar peyniri serpin ve servis yapın

Osmanlı nezaketi...

 



 

Osmanlı’da içinde hasta bulunan evin penceresine kırmızı çiçek... konurdu.
Onu gören satıcılar sessizce geçerlerdi. Çocuklar da başka mahallelerde oynarlardı

İşler biraz değişmeye başlamış kalbinde...

 

 Nette tanışan iki genç arkadaş olurlar. zaman içinde sıkı bir dostluğa dönüşen beraberliklerini zedelememek için hiç bir zaman birbirlerini görmemeğe, fiziki özelliklerinden bahsetmemeye karar verirler.

İsimlerin, şekillerin olmadığı sadece ruhların derinliklerinden gelen en samimi duyguların dile getirildiği zaman ve mekan unsurlarından soyutlanmış bir birliktelik içinde sürer dostlukları.

Ve... bir gün bakarlar ki birbirlerini tamamlayan iki varlık olmuşlar. Yazışmadıkları gün hatta saat olmamaya başlamışlar. Adeta nefes alış gibi doğal bir bütünleşme, isim takamadıkları bir aşk gelişmiş içlerinde. Tüm beşeri sıfatlardan sıyrılmış, bambaşka bir halmiş bu.

Aradan geçen zaman zarfında, artık kesinlikle birbirlerinden asla kopamayacaklarına inandıkları gün; tanışmaya ve evlenmeye karar vermişler.

Ve ikisinin de çok iyi bildikleri bir kentin çok iyi tanıdıkları bir sahilinde buluşmak üzere anlaşmışlar.

Hanımın elinde kırmızı güller ve dudaklarında sevgi dolu bir gülümseme olacakmış. Erkek ise hiç bir alamet taşımayacakmış.

Nihayet beklenen gün gelmiş. Genç erkek sözleştikleri yere yaklaştıkça kalbi duracak gibi oluyormuş. İşler biraz değişmeye başlamış kalbinde. Ya çok çirkin bir kadınsa sevdiceği, ya kör, topal ise. Biraz hata yaptığını düşünür gibi olmuş ama çabuk savmış bu kendine ve aşkına yakışmayan düşünceleri zihninden.

Karşıda elinde bir gül tutan ve sağa ,sola bakınan hanımı görmüş. İçi hop etmiş fakat dudaklarında beliren düş kırıklığını biraz olsun giderebilmek için bir, iki derin nefes almış ve son derece kararlı adımlarla hanımın yanına yaklaşmış.

Annesi yaşında hatta daha da yaşlı, saçları pamuk gibi bembeyaz, yüzü yaşadığı yılların derin izleri ile buruşmuş fakat dudaklarında güzel bir o kadar da şaşkın bir tebessümle kendine doğru yaklaşan genç erkeğe bakıyormuş. Gözleri bin bir soru ile kıpırdıyor, yorgun göz kapakları arada bir feri kaçmış gözbebeklerini uzaklara yönlendiriyor ama yaşlı kadın gözlerini genç erkeğin bakışlarına kilitlemeye çalışıyormuş.

Zihninde çeşit, çeşit zıt fikirlerin koşuştuğu genç adam bir, iki yutkundu ve gücünün son raddesindeki bir hıçkırıkla,

- Merhaba aşkım. Nasılsın ? dedi.

Kadere teslim olmuştu. Söz vermişti. Biliyordu her şey olabilirdi. Bir an gözlerini kapadı ve yazışmalarını hatırlamaya çalıştı. Onca duygu dolu kelimeler, sevda yüklü vaatler, parlak gelecekler nasıl olmuştu da bu yaşı geçmiş hatunun kaleminden dökülebilmişti. Bir türlü inanamıyordu fakat gerçek gün gibi ortadaydı.

Yaşlı kadının elinde tuttuğu kırmızı güller aldı ve tarif edilemeyen bir duyguyla onları öptü. Sonra elini uzattı ve,

- Hadi kalkmana yardım edeyim aşkım buradan uzaklaşalım. dedi.

Olanları anlamsız gözlerle seyreden yaşlı kadın dudaklarını araladı ve,

- Ey oğul, ben yıllardır bu kelimeyi unutmuş anan belki ninen yaşta bir kadınım, neler oluyor anlayamadım ama o gülleri elimden niye aldın. Onları bana şu ilerde oturan genç kız verdi, birini bekliyormuş, burada buluşacaklarmış. Gelirse benim tarafımdan bu gülleri ona verir misin demişti. Ben de o genci bekliyordum, yoksa o sen misin?

Genç adam bir an soluksuz kaldı, boğazında düğümlenen hıçkırık ve karmakarışık duygularla yaşlı kadının işaret ettiği yöne baktı. Bir çift sevgi ve minnettarlıkla parlayan yeşil göz kendisine gülümsüyordu. Telaşla yaşlı kadının ellerini öptü ve gülleri ona tekrar vererek işaret edilen tarafa koşmaya başladı. Genç kız da ayağa kalkmış onu bekliyordu.

Seni izledim. şayet gülleri almayıp geri dönseydin sessizce buradan uzaklaşacaktım. Seni doğru tanımışım aşkım . . .

Isırıyo ama buuuu.... günün fotosu 20/09/2011

Eskişehir'de lületaşı var, gondol var, çi börek var...

 

 [slideshow]

Geçen sene mayıs ayında Yunus Emre Kültür ve Sanat Etkinlikleri kapsamında iki günlüğüne Eskişehir’e gittim… Aslında İstanbul’dan trenle Eskişehir’e çok kolay ulaşıldığını duydum ama otobüs yolculuğuna çok alışık olduğum için otobüsle gitmeyi tercih ettim…  

Eskişehir’e varınca ilk olarak Yunus Emre müzesine gittim… Yunus Emre’den bir sürü dörtlükler asılmış müzeyi büyük bir huşu içinde gezdim… 

“Sevelim…

Sevilelim…

Bu dünya kimseye kalmaz…” 

dizelerinin başında uzun süre durdum… Nedense bu dizelere bir zaafım var… Arkasından hayat hikayesini okudum, bol bol fotoğraf çektim ve istemeyerek de olsa oradan ayrıldım… Çünkü yapacak, gezecek çok şey var bu şehirde… 

Hemen şehrin ortasından geçen Porsuk çayının olduğu yere gittim… Burası zaten şehrin can damarı… Sağlı sollu kafeler ve dükkanların olduğu uzunnn bir cadde burası…  Porsuk çayının üzerine sıra sıra köprüler yapılmış ve hepsi ayrı bir renge boyanmış… Önce biraz yürüyerek etrafı keşfetmek istiyorum… Mor, mavi, beyaz köprüler yanımdan bir bir akıp gidiyor… Cadde inanılmaz hareketli, gencecik insanlar şarkılar söyleyerek, neşeli bir şekilde yanımdan geçiyorlar… Bunları bir de dereden görmek lazım diyip tekne turuna katılıyorum… Yaklaşık bir saat sürüyor tekne turu ve sizlere de mutlaka tavsiye ederim… Ne kadar çok köprü yapılmış öyle… Hepsi birbirinden farklı modelde köprüler çok şirin gözüküyor.

 Şehrin yaş ortalaması çok düşük… 20’li yaşlarda insanlar burayı doldurmuş ve onların coşkusu, enerjisi size de geçiyor… Buraya öğrenci şehri demelerinde yerden göğe haklılar… Aynı zamanda çok düzenli ve temiz bir şehir… Operasına, arkasından cam ve lületaşı müzesine ve son olarak da açık hava uçak müzesine rahatlıkla ulaşıyorum… 

Müzeler çok keyifli… Camın ve lületaşının nasıl işlendiğini gösteren atölyeleri görebiliyorsunuz. Lületaşından yapılmış pipoların işçiliği ise muazzam…  Ben lületaşından yapılmış bir tespih almaya karar veriyorum ama aklım pipolarda kalıyor… Sonra uçak müzesinde bin bir çeşit uçağın içine oturup keyif yapıyorum… Pilotlara çok özeniyorum… Başka bir hayatta pilot olmayı denemem lazım diye düşünüyorum 

Artık soluklanmak istediğim için hafif raylı metroya binip Porsuk çayının oralara gidip bir lokantaya çöküyorum… Bu yörede “çi” börek yememi tavsiye etmişlerdi… Tavsiyelerine uyup bir porsiyon “çi” börek söylüyorum…   Tatar kültüründen geliyor bu börek ve sonunda ‘ğ’ harfi olmadan söylediğinize emin olmanız gerekiyor… Yoksa garson size ters ters bakıyor benden söylemesi… Porsiyonda büyükçe altı adet “çi” börek geliyor… Bunu ben nasıl yerim diye düşünürken kendimi hepsini yemiş buluyorum… İnanılmaz lezzetli… Kızgın yağın içine bir batırıp, bir de çevirdiklerinden içi yağda tutmuş… Nefis bir börek bu “çi” börek… Benden söylemesi… 

Oradan Anadolu Üniversitesi’ne geçiyorum… İnanılmaz büyük bahçesi olan bir kompleks… Yürü yürü bitmiyor…  Okul yıllarım aklıma geliyor, çayırda çimende defterleriyle oturmuş çocuklara bakıyorum ve içimi bir özlem duygusu dolduruyor…

Vee akşam saatleri olmaya başladığından Yunus Emre Kültür Merkezine doğru yola koyuluyorum… Burada şiir dinletisi var… Çeşitli ülkelerden gelmiş bir sürü şair Yunus Emre’nin anısına şiir okuyacak… Dans gösterileri yapılacak… Merkeze varıyorum… Çok kalabalık… Kendime zar zor bir yer bulup yerleşiyorum… Üç saatin nasıl geçtiğini anlamıyorum. Çıkışta bize üç kitaptan oluşan bir Yunus Emre seti hediye ediyorlar, çok hoşuma gidiyor…

 Yürüye yürüye otelime giderken sokakta yapılan bir gösteriye daha denk geliyorum… Çok güzel yerel kıyafetlerle halk oyunları yapılıyor… Onu da seyredip yorgun argın otelime varıyorum… Ertesi gün gezilecek bir sürü yerin listesiyle uyuya kalıyorum… Onları da bir sonraki yazımda paylaşmak üzere… 

Sağlıcakla,

 

Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz...

 

 

Bir bilge kişi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki; "?Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?"

Öğrencilerden biri; "Uzaktaki sürüye bakarım," demiş, "koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir."

Başka bir öğrenci söz almış ve "Hocam" demiş, "İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır."

Bilge kişi, uzun süre susmuş. Ögrenciler meraklanmışlar ve  "Siz ne düşünüyorsunuz hocam?" diye sormuşlar.

Bilge kişi şöyle demiş;  "Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan
ona "bacım" diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan,
milletine, ırkına, dinine aldırmadan, kardeşim sayabildiğimde anlarım ki; sabah olmuştur,
AYDINLIK başlamıştır

İnsanlara zarar vermeden bulduğumuz gibi hatta iyileştirerek bırakalım...

 

 



Nasıl bir yerden giderken arkamızı toplayıp gidiyorsak, etrafı temizleyip gidiyorsak, bir insanla yolumuzu ayırırken de zarar vermeden gitmesini bilmeliyiz...

 Hatta ilişki sürerken onu iyileştirip, olduğundan iyi hale getirip öyle gitmesini bilmeliyiz...

Sonra bu kadar kırgın, hırçın ve öfkeli insan nerden çıktı diye şaşırmamız gerekir...

Sağlıcakla,

Yarın gelip başlıyim o zaman ben...