7 Mart 2012

Sevilla’da Flamenko…

Cordoba’dan kısa bir yolculuktan sonra Endülüs’ün gözbebeği Sevilla’ya ulaşıyorum. Buralarda Sevilla için şöyle meşhur bir deyiş var ‘’İspanya’nın başkenti Madrid’dir ama Sevilla dünyanın başkentidir’’. Sevdiğim şeyleri sona bırakma huyum olduğundan bu deyişten etkilenerek Endülüs gezimin son durağı yapıyorum Sevilla’yı… Yani anlayacağınız beklentim çok yüksek…

İlk önce dünyanın en büyük gotik katedrallerinden biri olan Sevilla katedralini gezmeye karar veriyorum.  1100’lu yıllarda cami olarak kullanılan bu yapı savaşlar neticesinde yıkılmış ve 1400‘lerde katedral olarak tekrar yapılmış. Katedralin yapımı tam yüz yıl sürmüş ve bu yüz yıllık uğraş neticesinde ortaya büyüleyici bir yapı çıkmış. Katedralin içi mozaik ve heykellerle süslenmiş. Ayrıca burada Kristof Kolomb’un mezarını görmek de mümkün. Amerika’yı keşfetme yolculuğuna buradan çıkan Kolomb daha sonraları kraliçe İsabelle ile fikir ayrılığına düşünce “öldüğüm zaman beni İspanya topraklarına gömmeyin” der. Onun bu isteğine saygı gösterircesine tabutu dört heykelin üstünde taşınmaktadır. Katedralin içini gezmeyi bitirince çatısına çıkmaya karar veriyorum. Ve Sevilla’nın o iki katlı daracık evlerinin olduğu manzara beni selamlıyor. Arkasından aşağı inip bu muazzam yapıya bir de uzaktan bakıyorum. Katedralin çan kulesi hemen dikkatimi çekiyor. Eski caminin minaresi olan bu çan kule artık şehrin sembolü olmuş.

Katedralden çıkınca köşede bekleyen at arabaları gözüme çarpıyor. Uzun zamandır bir Avrupa şehrini at arabasıyla gezme fikri aklımda olduğundan hemen arabaların yanına gidiyorum. Bir saatlik gezinin fiyatının 40€ olduğunu duyunca kararsızlığa düşsem de aman bir daha elime ne zaman böyle bir fırsat geçer diyip biniveriyorum…

Şehrin bütün turistik noktalarını tek tek geziyoruz ama ben daha çok peşimizden gitarıyla şarkı söyleyip koşan adamlara odaklanıyorum. Her köşe başında biri bırakıp biri devralıyor arkamızdan koşma işini. İspanyolcam olmadığından şarkıların sözlerini anlamıyorum ama tavırları, sesleri ve bakışlarından şimdiye kadar duyduğum en güzel aşk şarkılarını söylediklerine emin oluyorum. Birkaçına bahşiş verip arabanın arka koltuğuna iyice yaslanıyorum. Bu bir saatin her dakikasının keyfini çıkarıyorum. Gezinin son durağı olan Alcazar Sarayı’nın önünde iniyorum.

Ve Alcazar Saray. O ne muhteşem bir saray… Ya o bahçesi… Dillere destan.  Hani anlatılmaz yaşanır derler ya kesin burası için söylenmiş olmalı. Saraydaki oymaların, işlemelerin, avluların, tavanların eşsizliği nasıl anlatılır bilemedim. Ya içinde tavus kuşlarının dolandığı, bin bir çeşit çiçek ve ağacın olduğu o bahçesi nasıl anlatılır. En iyisi ben anlatmayayım siz gidin kendi gözlerinizle görün. Bu güzelliği kaçırmayın. Haaa labirent şeklinde tasarlanmış bahçede dolaşırken kaybolmamaya da dikkat edin…

Alcazar’dan sersemlemiş bir halde çıkarak bu sefer Plaza de Espana’ya yani İspanyol Meydanına doğru yelken açıyorum. Burası 200 metre çapında yarım çember şeklinde dizayn edilmiş bir meydan. Duvarlarında ispanya şehirlerini anlatan gravürler var. Etraf sokak satıcılarıyla dolu. Ben bütün hediyelik eşya işimi Sevilla’ya bıraktığım için merakla tezgahların arasında dolanıyorum. Yelpazelerin, kastanyetlerin, şalların hepsi rengarenk ve baştan çıkarıcı gözüküyor. Ama şehirdeki küçük dükkanları da görmek istediğimden henüz alışveriş çılgınlığıma başlamıyorum.

Burada yapılacak o kadar çok şey var ki “önce nereye gitsem” diye şöyle bir duralıyorum. Ve kazanan ‘Quadalquiuir ‘ yani akan büyük su anlamındaki nehir oluyor. Nehir 856 km uzunluğunda ve şehrin tam ortasından geçiyor. Nehir boyu biraz yürüyorum ve şehrin en meşhur köprüsü olan Triana köprüsüne (iki kıyıyı bağlamak için dokuz tane köprü yapmışlar) varıp şehrin karşı kıyısına geçiyorum. Triana köprüsünün üstünde demirlere kilitlenmiş bir sürü anahtarlık görmek mümkün. Bu yörede evlenen kişiler ya da sevgililer aşkları sonsuz olsun diye kilitlerin üstüne isimlerini yazıp bu köprünün demirlerine kilitlermiş. Aşkları sonunda ne oldu bilemem ama niyetleri çok hoşuma gidiyor. Bu köprünün hemen yanından çok hareketli olan Betis caddesine çıkılıyor. Ama şehirde yapacak daha çok işim olduğundan burada ki cafelerde oturmadan Maria Luisa parkına gidiyorum.

Maria Luisa parkını gezmek için bisiklet kiralayabilirsiniz, o kadar büyük yani. İçinde inanılmaz büyük ağaçlar ve İspanya için önemli kişilerin heykelleri var. Yani hem doğayla baş başa olup, hem de kültürünüzü arttırabiliyorsunuz. Ben ağaçlara bayıldığım için her gördüğüm büyük ağaçla fotoğraf çektiriyorum. Böylelikle parkı gezme süremi de iki katına çıkarmış oluyorum.

Sevilla’yı surların içindeki daracık yollar, iki katlı küçük evler, yerel dükkan ve cafelerden oluşan eski  Sevilla ve surların dışında geniş yollar, büyük evler, modern dükkanlardan oluşan yeni Sevilla olarak ayırmak gerekiyor.

Tabi ki hedefim önce eski Sevilla oluyor. O daracık yollar öyle böyle dar değil, yani nerdeyse zor geçiyorsunuz yoldan. Yani karşılıklı evlerde oturan sevgililer birbiriyle rahatça öpüşebilirler yani o kadar yakınlar birbirlerine. Böyle nostaljik şeyleri çok sevdiğimden bu dar yollarda, yöresel dükkanlarda çok uzun süre vakit geçiriyorum. Özellikle yelpazelere bayılıyorum. Ve çeşit çeşit almaya başlıyorum onlardan.

Arkasından yeni Sevilla’ yı da görmek lazım diyerek geniş caddelere atıyorum kendimi.  Burada da yelpaze dükkanlarına girip çıkıyorum. Yelpazelerin el işi olanı, tahta olanı, boyalı olanı, çiçek desenli olanı derken bayağı bu işte ustalaşıyorum. El işi yelpazelerin fiyatı 200 €‘lara kadar çıkarken, plastik yelpazeleri 3 €‘ya bile alabiliyorsunuz. Yani arada büyük bir uçurum var. Ben dayanamayıp çiçek şeklinde yapılmış 10-15 € civarında olanlardan alıyorum. Yani bunları İstanbul’da ne yapacağım meçhul ama görünce insan dayanamıyor işte…

Ve tabi Cervantes’in ünlü romanı Don Kişot ve George Bizet’in ünlü operası Carmen Sevilla’da geçtiğinden şehrin her yerinde bu isimde dükkan ve cafeler görmeniz mümkün. Hele Don Jose’nin Carmen’e aşkını anlatan aryalar oturduğunuz cafelerde mutlaka çalınır.

Bu yoğun günü akşam Flamenko gösterisiyle bitirmeye karar veriyorum. Flamenko gösterileri akşam yedi ve dokuz olmak üzere genelde iki ayrı seansta yapılıyor. Ben 21:00 seansına yemekli olarak yer ayırtıyorum. Otelde üstümü değiştirip gösteriye anca yetişiyorum. İki saat boyunca flamenko ezgileri arasında yapılan birbirinden güzel dansları seyrediyorum. Gösteride giyilen kıyafetlere ise ayrıca bayılıyorum. Gösterinin son on dakikasını ise videoya çekmeden duramıyorum.  Bu gösteriden sonra Sevilla’ya niye flamenkonun başkenti dediklerini de daha iyi anlıyorum. Gerçekten muazzam bir gösteri seyrettikten sonra yorgunluktan ayaklarım sızlayarak otele varıyorum. Sevilla’da geçirdiğim toplam üç gün su gibi akıp gidiyor. Hatta tadı damağımda kalıyor…

Bir sonraki yazım Madrid’den…

Sağlıcakla,

[slideshow]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder