8 Nisan 2012

Pembe Şehir Jaipur… (Hindistan Gezisi Bölüm 2)

İlk olarak uçağımız Delhi’ye iniyor ama orada kalmıyoruz. Yaklaşık 250 kilometre uzaklıktaki Jaipur’a gitmek üzere otobüse biniyoruz. Hindistan gezisinde izleyeceğimiz Jaipur -  Agra - Delhi güzergahına altın üçgen deniliyor ve çok popüler. Saat yaklaşık sabahın 02:00’si olduğundan ben otobüse biner binmez uyuyorum. Sabah 06:00’da ilk gözümü açtığımda alev alev yanan bir otobüsün yanından geçtiğimizi görüyorum. Uyku sersemi durumu tam algılayamasam da içimde tatsız bir duygu dolaşıyor. “Umarım herkes kurtulmuştur” diye mırıldanıyorum. Sonra artık gözlerim açık yolculuğa devam ediyorum. Hiçbir sahneyi, hiçbir kareyi kaçırmak istemiyorum. Otobüs sağdan soldan kıl payı geçen araçlarla beraber yoluna devam ederken bitmek bilmeyen korna sesleriyle de tanışmış oluyorum. Bu arada tur arkadaşlarımdan gece boyu yaptığımız yolculuğun ne kadar tehlikeli olduğunu ve hiç uyuyamadıklarını dinliyorum. Ben mışıl mışıl uyuduğum için kendimden çok memnun kalıyorum ve “Allah’a emanet iyi gelmişiz” diye şükrediyorum. “Siz siz olun mecbur kalmadıkça Hindistan’da gece yolculuğu yapmayın” diye de buraya not düşüyorum…

Neyse deve çeken arabaların, rikşaların (üç tekerli bisiklet), rengarenk sari giymiş kadınların ve öküzlerin yollarda görünmeye başlamasıyla pembe şehir ‘’Jaipura’’ girdiğimizi anlıyoruz. 1876’da Maharaj Ram Singh (büyük kral) Galler prensini karşılamak için şehrin giriş yolundaki her binayı pembeye boyadığından buraya pembe şehir deniyormuş. Ve şehrin içine girdikçe biz de yavaş yavaş pembe binaları görmeye başlıyoruz.

[slideshow]

İlk durağımız ‘’The City Palace’’ (Şehir Sarayı) oluyor. Şehrin içindeki bu saray da pek tabii ki pembe ve şimdiki mihrace bu sarayın bir bölümünde yaşamaktaymış. 1970 doğumlu mihracenin haremine girmek için ise genç kızlar yarışıyorlarmış. Tabi ki her sarayda olduğu gibi halk salonu, soylular salonu, avlu gibi birçok bölümden oluşan büyük bir yer burası. Ben giriş kapısının önündeki mermer filleri, avludaki kapıları ve müzedeki okları çok beğeniyorum. Ayrıca eski mihrace İngiltere’yi ziyaret etmeye gittiği zaman “ben Ganj’dan başka hiçbir suyu içmem ve başka suyla yıkanmam” diyerek yanında Ganj’ın sularını taşıdığı büyük kaplar da sarayın bahçesinde sergileniyor. Onlar da çok ilginç geliyor…

Ayrıca sarayın kapısında duran heybetli görünüşlü, uzun boylu, pala bıyıklı korumaların adının da Rajput olduğunu ve ksatriya kastına mensup olan bu savaşçıların en çok bulunduğumuz bölgede yaşadıklarını öğreniyoruz. Sonra adettendir diyerek sırayla fotoğraf çektiriyoruz. Fakat adamlar o kadar heybetli ki, yanlarında ufacık gözükmekten de kurtulamıyoruz. Turun devamında da otellerin girişinde, saraylarda, kalelerde güvenlik olarak sık sık karşımıza çıkmaya devam ediyorlar…

İkinci durağımız ise ‘’Cantar Mantar’’ gözlemevi oluyor. Bu isim o kadar hoşuma gidiyor ki bütün gezi boyunca en kolay öğrendiğim isimlerden biri oluyor. Mihrace Jai Singh 1728’lerde bu gözlemevini yaptırmış. İçeri girdiğinizde modern bir açık hava sergisine girdiğiniz izlenimini veren büyük, garip objeler sizi karşılıyor. Sonra rehberimiz ( Sn. Vahdi Özen) her bir objenin karşısına geçip ne işe yaradığını tek tek anlatmaya başlıyor. Güneşin gölgesinin uzunluğuna bakarak saati öğrenebiliyorsunuz, o anki gökyüzündeki yıldızların konumunu görebiliyorsunuz, burçlara göre ayrı ayrı yapılan gözlemevlerini gezebiliyorsunuz, güneş ve ay tutulmalarının zamanını öğrenebiliyorsunuz, aletlerin doğru çalışıp çalışmadığının kontrol edilmesi için yapılmış kalibrasyon aletini şaşkınlıkla seyrediyorsunuz… Yani o tarihlerde bu konularda bu kadar bilgili olmalarına şaşırıp oradan çıkıyorsunuz.

Arkasından ‘’Hava Mahal’’e yani Rüzgar Sarayına gidiyoruz. Rüzgar sarayı da tabi ki pembe ve mimarisi müthiş etkileyici bir yapı. Çocukken oynadığımız legodan yapılmış evlere benziyor. Dışarıdan bakıldığında beş katlı gibi gözüküyor ama sadece iki katlı bir yapı. Mihracenin hareminin dışarıdaki resmi geçitleri ve ana caddeyi seyrettiği bir yapı bu. Ve her tarafı pencerelerle (950 pencere olduğu söyleniyor) kaplanmış olduğu için buraya rüzgar sarayı deniyormuş.

Tabi onca yolculuktan sonra herkeste yavaş yavaş yorgunluk alametleri başladığı için turun çoğunluğu gezmeye ertesi gün devam etmek istediğini söylemeye başlıyor. Fakat biz 7-8 kişi buradayken ne kadar çok yeri gezersek yanımıza kar kalır havasında olduğumuzdan rüzgar sarayının orda otobüsten inip gezmeye karar veriyoruz. Rehberimiz de yazık “bizi bin kere hava kararmadan önce otelde olun” diye bizi uyarmaya başlıyor.

Neyse biz yedi kafadar Jaipur sokaklarında yürümeye başlıyoruz. Bir yandan “aaa otobüsten göründüğü kadar da pis değilmiş” diye birbirimizi avutuyoruz, bir yandan da sokakta çöpleri yiyen domuzların yanından geçiyoruz. Ben hala öküzlerin yolda dolaşmasının şaşkınlığını üzerimden atamamışken o domuzlar olayın tuzu biberi oluyor doğrusu. Ama otobüsten inmişiz, gezicez demişiz ya, bi yandan ürküyorum bir yandan da diğerlerine belli etmeden “aa ne güzel ne güzel” deyip deyip yürümeyi sürdürüyorum. Sokak berberlerinin, maymunların, yerdeki bokların, rikşaların yanından sessizce yürümeye devam ediyorum. Duvara dönük çiş yapanların yanından geçerken ilk başlarda kafamı çeviriyorum ama sonra o kadar çok görmeye başlıyorum ki onlara da alışıyorum ve kafamı falan çevirmemeye başlıyorum.

Bu arada dükkanları girip çıkmaya başlıyoruz. Kumaşçılar, takıcılar, kıyafet satanlar, halıcılar arasında kaybolmuş durumdayız. “Hadi” diyoruz artık alışveriş zamanı ve kumaşçılara girmeye başlıyoruz. Dükkanlar ufacık, biz içeri giriyoruz zaten yedi kişiyiz dükkan bitiyor . Bir de kumaşlar, bir de satıcılar… Dükkanda nefes alacak yer yok. Ama olsun azimliyiz. Kucak kucağa dükkanın köşesindeki koltuğa oturuveriyoruz. Satıcılar dükkandaki her kumaşı tek tek açmaya başlıyor. Biz de seyrediyoruz. Sonra başlıyor sıkı bir pazarlık. O kadar kişi alacağız diyoruz fiyatlar nerdeyse beşte bire kadar düşüveriyor. Yan yana dizili bütün dükkanlara girip çıkıyoruz. Bize bir ilgi bir ilgi olmaz böyle şey. Her dükkan sahibi bizi kapmak için birbiriyle yarış halinde.

Bu arada rehberimiz bizi o kadar merak ediyor ki otelden atlıyor bir rikşaya bizi bulmaya çalışıyor. Baktı bulamıyor nerde olduğumuzu öğrenmek için telefonla arıyor. Bizim cevap şu: “Burda pembe bir kapı var oradaki dükkanlardayız”. Meğerse eski Jaipur dediğimiz bölge surlarla çevriliymiş ve dışarıya açılan yedi tane pembe kapı varmış. Yani pembe kapının oradayız demek rehberimizin bizi bulabilmesi için yeterli bir bilgi olmuyormuş. Neyse sonuçta rehber bizi bulamıyor ama biz acayip şamata yapıp hiç istifimizi bozmadan alışverişimizi bitiriyoruz.

Dönme zamanı gelince de dört kişilik tuk-tuka yedi kişi doluşup otele dönüyoruz. Zaten yoldaki diğer araçlar da insan istifi görüntüsünde olduğundan etrafa uyum sağlamış oluyoruz. Ne demişler Hindistan’da Hintli gibi yaşamak lazım…

Akşam yemeği vakti gelince yemek salonunda bütün tur buluşuyoruz. Açık büfe yemekler çok güzel gözüküyor. Hint yemekleri bir yanda makarna, tavuk ızgara, salata gibi bizim bildiğimiz yemekler diğer yanda. Hint yemekleri o kadar baharatlı gözüküyor ki denemeye cesaret edemiyorum. Yemeğin kapağını bile açtığınızda keskin bir baharat kokusu sizi sarıyor. Bir de; baharatlı yemeklerin midenizi bozmasa bile, bağırsaklarda yanma yapabileceği konusunda bizi uyarıyorlar. Bunun üzerine ben tabi hepten uzak duruyorum bu bol baharatlı yemeklerden. Sadece etlerin üzerine azıcık kendim baharat koyuyorum. Gerçekten lezzetli olduğunu anlıyorum ama neme lazım diyip yine de çok sade yemeyi tercih ediyorum. Bir de samoso isimli sebzeli böreği, naan isimli ekmeği deniyorum. Onlar da hoşuma gidiyor. Neyse yemekten sonra hemen yatıyoruz çünkü sabah meşhur Amber kalesini gezmek üzere erkenden buluşulacak…

Sabah herkes vaktinde otobüse doluşmuş durumda hareket ediyoruz. Bütün tur kafa dengi ama ben özellikle iki Müge, Emel abla ve Semra ablayla çaçayı kurmuş durumdayım. Amber kalesinin yüksek kayaların üzerine oturtulmuş bir yapısı var. Yapımına 1592’lerde başlanmış, daha sonra yavaş yavaş da genişletilmiş. Amber kalesine fillerle çıkıp, jeeplerle geri dönüyorsunuz. Yani oraya varmak da dönmek de çok eğlenceli…

Filler aşağıdan yukarıya insanları iki iki taşıdıkları için turda eşleşmeler başlıyor. Biz Müge A. ile zaten kuvvetli bir çaça kurduğumuzdan hemen eşleşiveriyoruz. Filler birbiri sıra yukarı doğru çıkıyor. Duvarın üstünden resmimizi çekenler, çekecek satanlar, kolye satanlar da kalenin duvarlarından bize sesleniyorlar. Biz Müge’yle böyle güle oynaya yukarı çıkarken ağzımızın içine nerden geldiği belli olmayan bir su fışkırıveriyor. Artık öndeki fil mi üstümüze işedi, bizim fil hortumuyla yerden su mu püskürttü bilemiyoruz ama biz başlıyoruz etrafa tükürmeye. Yanımızda Pürel falan var ama ne yapıcaz ki dilimizi mi pürelliyeceğiz. “Yok canım çiş değildir, sudur” deyip birbirimizi teskin ediyoruz. Yani yerdeki suyun ağzımıza girmesi çişe göre bize süper gözüküyor. Neyse sonuçta ikimize de bir şey olmuyor ama o etraf tükürmelerimiz de unutulacak gibi değildi…

Neyse tıngır mıngır saraya giriyoruz. Tabi bunda da klasik halk salonu, soylu salonu, zafer salonu, şu salonu, bu salonu var ama ben en çok aynalı salonu beğeniyorum. Muazzam bir işçilik ve çok etkileyici bir görüntü sizi sarıp sarmalıyor. Binlerce dışbükey aynayla kaplanmış duvarlar çok frapan olmakla beraber yine de çok hoşunuza gidiyor. Arkasından kalenin en tepesine kadar çıkıyoruz ve hem Jaipur’ı hem de suyun içinde kalmış yazlık sarayı keyifle seyredeceğimiz bir yere ulaşıyoruz. Süpürgeli sari kıyafetli Hintli kadınlarla boy boy fotoğraf çektiriyoruz. Bir de çevrede atlayıp zıplayan maymunlara şaşkınlıkla bakıyoruz...

Arkasından jeeple bir üstte yapılmış diğer kaleye (Moti Doon) geçiyoruz. Burada dünyanın yapılmış en büyük topunu görüyoruz. Ayrıca rehberimizden kenti kuran Jay Sing’in hikayesini dinlemeye devam ediyoruz. Jay Singh İmparator, Evrengzip’in himayesine girerken kendisine ne istediğini sorulduğunda “sizin himayenizde olmak benim için yeterli lütuftur” gibisinden bir yanıt vermiş. Aslında çok sert olarak tanınan imparator bu akıllı yanıtı alınca Jay Sing’e “bir tam bir de çeyrek” akla sahip anlamında “Bir Tam Bir Çeyrek” adını takmış. O günden beri de şehrin bayrağı bir tam ve altında bir çeyrek bayrak şeklinde olmuş diyen rehberimiz surlardan gözüken ikili bayrağa dikkatimizi çekiyor.

Arkasından aşağıdaki yazlık saraya yani Jal Mahal sarayına geçiyoruz. Şu anda suyun ortasına gömülmüş duran bu sarayı Mihrace yaz aylarında kullanıyormuş. Gerçekten çok estetik gözüken bu sarayı uzaktan fotoğrafladıktan sonra bir tekstil mağazasına gidiyoruz ve renkli kumaşlar içinde kendimizi kaybediyoruz.

Arkasından yorgun argın otele varıyoruz. Ertesi gün Taç Mahal’ı görmek için Agra’ya doğru yola çıkacağımızdan eşyalarımı toplamaya başlıyorum…

Sağlıcakla,

Not: Bir önceki yazıda Hindistan hakkında genel bilgi vermiştim ama aklıma anlatmadığım birkaç şey geldiği için onları da buraya eklemek istiyorum.

1)      Hindistan deyince herhalde hepimizin aklına ilk önce  Raj Kapoor ve 1950’li yıllarda iki gözü iki çeşme izlenen Avara Mu filmi gelir. Bir de tabi filmi sevdiren ve film kadar ünlü olan Avara Mu (aslı awara huun imiş) şarkısı. Bugün Ballywood filmleri dediğimiz büyük sektörün doğuşu da her halde bu filmlerde başlamıştır…

2)      Hintliler kendilerini Bharat olarak adlandırıyor. Biz ise yemeklerin içine karıştırdığımız envai çeşit tatlara baharat diyoruz.

3)      Hindistan’da her 1000 erkeğe 933 kadın düşüyor. Sebebi ne mi? Bazı tutucu aileler bebeğin cinsiyetinin kız olduğunu öğrenince doğumu engelliyorlar. “Bunda kız çocuklarını evlendirirken ödemek zorunda oldukları bir nevi çeyiz parası olan drahoma’nın da etkisi var herhalde” diye düşünüyorum.

4)      Sokaklarda, rikşalarda, saraylarda Hindistan’ın üç simgesiyle karşılaşmak mümkün. Birinci simge satkona (6 köşeli yıldız)’ı her yerde görmek mümkün. Bu yıldız hinduizmin önemli işaretlerinden biriymiş. Eril ve dişil enerjinin karşılaşmasını temsil ediyormuş. İkinci simge satkuna yani Hitler’in kulandığı gamalı haçı. Aslında gamalı haç mutluluk ve şans anlamına geliyormuş Üçüncü simge ise Om. Tanrıyı, evrenin varoluşunu, yaradılışı, insanın varlığını, yani her şeyi ifade eden bir kavram.

1 yorum: