5 Eylül 2011

Beypazarında yaşayan müzeye gidilir...

[slideshow]

Geçen bahar aklıma Beypazarı düşünce tura katılıp oraya gittim… Beypazarı’na varınca bizi direk Hıdırlık Tepesine çıkardılar… Çevrenin manzarası çok güzel,  tepelerin arasında iki katlı evler çok estetik gözüküyor… Her yerde havuç suyu satan yöre kadınlarının tezgahları var. Fakat esas beni sevindiren uçurtma şenliğine denk gelmiş olmak…

 

Her yer çoluk çocuk, irili ufaklı, esprili bir dolu uçurtmayı sağa sola koşturuyorlar… Ben durur muyum, hemen bir uçurtma satın alıyorum… Fakat daha önce hayatımda hiç uçurtma uçurmadım ki… Apartman çocuğu olunca böyle oluyor işte… Nasıl uçurulur diye sağa sola sordum anlattılar ama zormuş valla uçurmak… Benim ki havalandığı gibi yere çakıldı…  Birkaç tur daha denedim… Bu arada bizim tur kafilesi bir araya toplanmış Beypazarı hakkında bilgi dinliyor, ben hepsini bıraktım uçurtmamın derdine düştüm… Sağa sola koştura koştura uçurtmamı uçurdum… Çok eğlendim… Süperman’li bir uçurtma vardı o çok hoşuma gitti…

 

Baktım gidiş vakti gelmiş bir bardak da taze havuç suyu alıp koştura koştura turun ardından yokuş aşağı inmeye başladım… Havucu zaten severim ama tadı gerçekten çok güzeldi… Beypazarı’nın bir havuç cenneti olduğunu şehir pazarının girişinde hemen anlıyorsunuz… Havuç döner var… Havuç lokum var… Havuç reçeli var… Fakat benim favorim havuç suyu… Size de öneririm…

 

Şehir pazarının başında rehberimiz bize buluşma saatini ve yerini verdikten sonra işte bu pazarda açsanız doymaya hazır olun diyor… Yavaş yavaş dar bir yoldan yukarı yürümeye çalışıyorum… Karşılıklı iki tarafta tezgahlarla dolu… Her yerden buyurun ister misiniz sözleri seçiliyor… Birisi yaprak sarma deyince duruveriyorum… Oldum olası yaprak sarmaya bayılırım… Burada da incecik sarıyorlar… İkram eden kadının tepsisinin başına çörekleniyorum… Kadın güleryüzle istersen fotoğrafını da çek diyor… Durur muyum hemen çekiyorum… Ardından buranın 80 katlı baklavasının tadına bakıyorum… Baklava hiç sevmem… O ikramı da ayıp olmasın diye almıştım… İyi ki de almışım… Bu sefer baklava tepsisine yapışıveriyorum… Bir de dönerken annemlere götürürüm diye Beypazarı kurusu deniyorum… Gerçekten tadı nefis… Üç paket alıyorum... İkramlar bitecek gibi değil… Fakat artık iyice doydum… Etrafa bakına bakına yürümeye başlıyorum… Her taraf kalabalık mahşer yeri gibi… Buranın eriştesi, tarhanası, kurutulmuş gıdaları da (sarımsak, domates, erik, biber) çok meşhurmuş… Hepsini seyrede seyrede yürüyorum… Eve dönünce de almadığıma yanıyorum tabi ki…

 

Bu arada kadının birinin elinde gözleme tarzı sıcak bir şey görüyorum… Hemen yanına yaklaşıp “teyze bu çok güzel gözüküyor… Nerden alabilirim” diye soruyorum… Kızım bunu ben yaptım al senin bu göz hakkınmış diyor, yarısını bana veriyor… Ben yok mok diyene kadar da hızla uzaklaşıyor… Çok duygulanıyorum… Bir yandan da afiyetle bu lezzetli şeyi yiyorum…

 

Arkasından bizi Yaşayan Müze’ye götürüyorlar… İşte oraya bayılıyorum… Kapıda çok tatlı bir kız bizi karşılıyor ve tur boyu bize eşlik edip her yeri anlatıyor…  Yaşayan Müze dediğimiz koca bir konak… Kapısının girişinde koca bir geyik kafası duruyor önce onu anlatarak başlıyor konuşmasına… Eskiden geyiğin boynuzlarının evleri kötü ruhların girmesinden koruduğuna inanılırmış… O yüzden her evin kapısına mutlaka geyik başı asılırmış… İstanbul’a dönünce çok aradım ama küçük bir geyik başı bulamadım… Yoksa ben de evimin kapısına asacaktım…

 

 

Sonra sözlerine devam ediyor konağın mutfağını anlatıyor…  Zamanında mutfağın sokağa açılan penceresinde bir düzenek kurmuş ev sahipleri… Düzenek sayesinde içerden çorba konuluyor tabaklara ve dışarıya sürülüyor. Acıkan da gelip alıyor çorbasını, yiyip boşunu geri koyuyor… Düzenekte pencere olmadığından kimin gelip çorbayı içtiğini asla bilmiyor ev sahipleri… Böylelikle yaptığı hayırları kime yaptıklarını bilmeden yapıyorlar, çorbayı alanda mahcup olmadan rahat rahat karnını doyuruyor… Böyle ince bir sistem kurmuşlar… Çok hoşuma gidiyor…

 

Biraz da müzeye bakalım diyor… Avludan geçip içeri geçiyoruz… İçeride küçük küçük odalar ve her odada da ayrı bir dünya var… Bir oda Hacivat-Karagöz oyun odası… Tahta perde kurmuşlar… Ara ara oynatıyorlar. İçerde kostüm de var. İsterseniz siz de oynayabiliyorsunuz… Masalcı teyze odası var… Çocuklar oturmuş teyzenin etrafına masal dinliyorlardı… Kurşun dökme odası var… Teyze hem nazarı atıyor hem de ohh ohh çok iyi oldu, ağırlık gitti diye size moral veriyor… Ebru yapım odası var… Bir bayan sizin elinizden tutup istediğiniz çiçeği, istediğiniz renklerle yapmanıza yardım ediyor… Ben pembe bir lale yapmayı istiyorum… Beraber yapıyoruz… Sonra onu İstanbul’da çerçeveletip duvarıma asıyorum… Eve hazır Karagöz-Hacivat oyun takımı alıyorum… Anlayacağınız ben buradan çok etkileniyorum…

 

Oradan da bizi meşhur gümüşçüler çarşısına götürüyorlar… Fiyatlar biraz pahalı… Kolye ucuna takmalık küçük bir yusufçuk alıyorum. Oradan öğlen yemeği yiyeceğimiz yere doğru gidiyoruz…

 

Gün ne kadar dolu geçiyor değil mi ???  Daha yarısına geldik… Devamı haftaya…

 

Sağlıcakla

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder