26 Aralık 2011

Yılbaşı biletimi aldım...



Yılbaşı biletimi aldım... Allahım çok paranın beni değiştirip, değiştiremeyeceğini anlayabilmem için bana bir şans ver..! Amin..)

ŞİMDİDEN SESLENİYORUM ; Eyyy 2012 :)



Zaten sormadan kafana göre geLiyorsun, efendi gibi gel, efendi gibi git, istikrarlı ol, akıllı ol, sağlam ol, 1 verip 2 alma, insanın canını sıkma, çileden çıkartma. Şunun şurasında 365 gün ömrün var, tüm güzelliklerini ver ve adabınla çirkinleşmeden git. "Ne milenyumlar gördüm ama bunun gibisini görmedim süperdi" dedirt, yapabilirsin sende o potansiyeli görüyorum ben :) sen 2012'sin göster farkını ;)))

Kötü düşünceler zihinsel,bedensel ve ruhsal hastalıklara neden olur...



Kötü düşünceler zihinsel,bedensel ve ruhsal hastalıklara neden olur

.İyimser ol..!"

-Kızılderili Öğütleri-

İyilik ve vefa üzerine bir öykü... Buyrun efem...




Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmıştır. Kurt ormanda oraya buraya kaçmakta, ancak
peşindeki avcıları bir türlü ekememektedir. Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir
köylüye rastlar. Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir. Kurt adamın önüne çöker ve
yalvarmaya başlar: "Ey insan ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim
kalmadı, eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler."

Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler.
Çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder. Birkaç dakika sonra da avcılara
rastlar. Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar, köylü "görmedim" der
ve avcılar uzaklaşır. Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki
torbayı indirir, ağzını açar, kurdu dışarı salar.

"Çok teşekkür ederim" der kurt, "Bana büyük bir iyilik yaptın"

"Önemli değil" der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye baslar.

"Bir dakika" diye seslenir kurt: Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin
düştüm, açım, kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek
bir şey yok."

Köylü şaşırır: "Olur mu, ben senin hayatını kurtardım."

"Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur" der kurt.
"Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım."

Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu
sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler.

Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar. " Ne vefası " der kısrak, " Ben sahibime yıllarca
hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim. Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda
beni böylece kapıya kovdu... "

Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar. "Ben hizmetin değerini bilen bir
efendi görmedim" der köpek, " Yıllardır sadakatle hizmet ederim sahibime koyunlarını
korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur..."

Kurt köylüye döner, "İşte gördün" der. Köylü de son bir çabayla "Ama üç diye konuşmuştuk,
birine daha soralım, sonra beni ye" diye cevap verir.

Bu kez karşılarına bir tilki çıkar. Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar. Tilki
hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir. "

Her şeyi anladım da" der tilki "Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?"

Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar: "Gözümle görmeden inanmam..."

İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez, tilki köylüye işaret eder ve köylü
torbanın ağzını sıkıca bağlar. Köylü eline bir taş alır ve "Beni yemeye kalktın ha nankör
yaratık" diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar. Sonra tilkiye döner "Sana minnettarım beni bu kurttan kurtardın" der.Tilki de "Benim için bir zevkti" diye cevap verir. O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür.

Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter:

"Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş..."

Elmalı Pay...

elmali dondurmali pay 360x270 Elmalı Dondurmalı Pay TarifiHamur için

  • 3 su bardağı un

  • 5 yemek kaşığı soğuk su

  • 200 gr. margarin


İçi için

  • 6 adet elma

  • 6 yemek kaşığı toz şeker

  • 6 yemek kaşığı sarı üzüm

  • 1 yemek kaşığı un

  • 1 yemek kaşığı tereyağı

  • 1 su bardapı iri dövülmüş ceviz

  • 2 tatlı kaşığı tarçın


 

Elmalı Dondurmalı Pay Yapılışı

Yoğurma kabında un, margarin, suz ve soğuk suyu karıştırıp yoğurun. Sert bir hamur yaypı 20 dk. dinlenidirin. Elmaları soyun, küp şeklinde doğrayın. Toz şekerle karıştırın, tencereye alıp 15 dk. pişirin. Tarçın, ceviz ve üzüm ekleyip 2 dk . pişirin. Ocağı kapatıp unu serpiştirin. Ilınması için bırakın. Hamuru ikiye bölün. Dikdörtgen fırın kabını yağlayıp hamuru kenarlatından yükselterek düzgün bir şeklide tepsiye serin. Hazrıladığınız harcı yayıp diğer hamuru harcın üstüne koyun. Hamurun düzgün olmasına dikkat edin. Tespsiden sarkan hamurun uç kısımlarını kesin. Elinizle hamurun üstünden hafifçe bastırın. Hamurun üstünü eşit aralıklarla delin. 200 derecelik fırında üstü pembeleşene kadar pişirin. Dilimleyin, pay ılıkken vanilyalı dondurmayla servis yapın

Belirli bir uyanışı yaşayan veya yola giren insanlar evrensel yasa gereği, belirli denemelere, sınavlara sokulurlar.


Belirli bir uyanışı yaşayan veya yola giren insanlar, bilgeliğe ulaşmadan, bilge olarak kabul edilmeden önce, evrensel yasa gereği, belirli denemelere, sınavlara sokulurlar. Bunlar çok özel, çok ince sınavlardır.


 Çünkü bilgeliğe doğru adım atıldıkça her şey incelir. İnsanın da ince olması gerekir; düşüncede, akılda, duyguda, sezgide, mantıkta, gerçekte ve hayalde, yani her şeyde. Ve insan bunu gerçekleştirmek zorundadır. Onun için insanlardan büyük bir olgu istenir. Bu da SABIR'dır.


SABIR, bir hedefe varmak için geçirilmesi gereken süreyi telaşsız beklemek ve o sırada karşılaşılacak sıkıntı ve zorluklara "farkındalık yaşayarak" katlanmaktır. Sabır, her insanın öğrenmesi gereken bir kudrettir aslında.

Yaşamın garip karmaşasında başımıza ne gelebileceğini bilemeyiz...



Yaşamın garip karmaşasında başımıza ne gelebileceğini bilemeyiz. Ancak kendimizin ne yapacağına, bu olayı nasıl karşılayacağımıza, olayla nasıl başa çıkacağımıza karar verebiliriz. Sonuçta gerçekten önemli olan da budur. İşte bu hayat sınavıdır.


 Joseph Fort Newton

Kendin İçin Bir Şey Yapmayacaksan ; Kim Yapacak ?

Kendin İçin Bir Şey Yapmayacaksan ; Kim Yapacak ?

Başkası İçin Bir Şey Yapmayacaksan; Varolma'nın Anlamı Ne ?

Şimdi Yapmayacaksan; Ne ZAMAN ?

Indra Gandhi

Ağır agir ve kısık ateşte pişer bizim dostluğumuz...

Ağır agir ve kısık ateşte pişer bizim dostluğumuz. sabırla, zamanla...

başında bekleriz ya öylece,

ya da gitsek de uzaklara aklımız hep orda

. aman dibi tutmasın, yanık kokmasın. malzemesini bol tutarız

; sevgi ve ilgi ekleriz kepçe kepçe.

dikkat ederiz az olmasın diye fedakarlığı

. mis gibi muhabbet koksun diye gönlümüzü

... koyarız. tadı tuzu yerinde olsun diye de bir tutam hüzün ekleriz.

bazen ayrılıklar girer araya ama olsun, özleriz.

bu yüzdendir doyumsuz olması, tadının damaklarda kalması.

sevgiyle yoğrulmuş mayası. 3 öğün de sunulsa önümüze,

hiç bıkılmayası. bütün vitaminlere haiz,

enerji deposu. tam kıvamındadır baharatı,

sosu. bizim dostluğumuz

, ana yemek. bizim dostluğumuz yemek sonrası kadayıf,

yeşil fıstıklı. speciel menü, çıtır börek,

dumanı tüten ekmek,

süpriz pasta, sosisli poğaça, bir gece yarısı yapılan

supangle, tencerenin dibinde kalan puding,

bizim dostluğumuz tatlı sonrası, film arası,

bir fincan kahve, dumanıyla tüter kırk yıl sonrası.

.. teşbihte hata yoktur dediler;

bizim dostluğumuz bütün sevdiğimiz lezzetler

.. sevgili dostlarım; siz yoksanız mideme oturur

bütün yemekler. soda da yetişmez imdada

. eksik etmeyin kendinizi soframızdan. eksik etmeyin ki;

sindirelim hayatı rahatça.

ve tadı damağımızda kalsın yaşamın. kıymetini bilmeliyiz

hayatımızdaki insanların. ki kıymet bilinelim.

değer verelim herbirine ki değer verilelim.

Çok şanslıyım sizin gibi dostlara sahip olduğum için ve sizi çok seviyorum... Sevgilerimle,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Elsen Rasulov

Püf noktası...

Vaktiyle testi ve çanak çömlek imal edilen kasabalardan birinde, uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak, kalfa olup artık kendi başına bir dükkân açmayı arzu eder olmuş. Ne yazık ki her defasında ustası ona: — Sen, demiş, daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun, biraz daha emek vermen gerekiyor.

Ustanın bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa, artık dayanamaz ve... gidip bir dükkân açar. Açar açmasına da yeni dükkânında güzel güzel yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürah­ iler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlar. Kalfa, bir türlü bu çatlamaların önüne geçemez.

Nihayet ustasına gider ve durumu anlatır. Usta: — Sana demedim mi evlâdım; sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin. Bu sanatın bir püf noktası vardır. Bunun üzerine tezgâha bir miktar çamur koyar ve: — Haydi, der, geç bakalım tezgâhın başına da bir testi çıkar. Ben de sana püf noktasını göstereyim.

Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta, önünde dönen çanağa arada sırada "püf!" diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp giderir. Böylece çırak da bu sanatın püf denilen noktasını öğr­ enmiş olur. Her sanatın incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra püf noktası denilmeye başl­anır.

(Kaynak : İskender Pala - İki Dirhem Bir Çekirdek)

Hadi bilsenize kim olduğumu...

Biyoloji dersinde yapılacak sınav için herkes acayip çalışmış, notlar fotokopiler havada uçuşmuş. Sınav günü öğrenciler bir de bakmışlar, ortada kağıt kalem yok, sadece sıra sıra mikroskoplar !... Hoca sınavı açıklamış:  -Bu mikroskoplardaki lamların hepsinde bir böceğin bacağı var, sına...vınız: Bacağından böceği tanımak.. Tabii hemen itirazlar, feryatlar... Ama yararı yok, hocanın dediği dedik.  Öğrenciler mikroskopların başına geçmiş. Ama birşey yapamıyorlar..

Sonunda biri dayanamamış, kapıyı çarpıp çıkmış. Hoca arkasından seslenmiş: - Kimsin lan sen, kapıyı çarpıp çıkıyorsun? Kapı hafifçe aralanmış ve bir bacak uzanmış: - Hadi bilsene kim olduğumu ?....

Bu bir cinayet...

''Ben bu durumda bütünün hayrı için ne yapabilirim?''

Kendi ihtiyaçlarınız ve arzularınızla ilgili farkındalığınızı şu sorulmayan soruya çevirdiğinizde, belki de;''Ben bu durumda bütünün hayrı için ne yapabilirim?'' diye sorduğunuzda, bilinciniz de gelişir.

 

Bir çok insan ise genelde her durumda şu soruyu sorar;''Burada benim için ne var?'' veya ''Ben bundan ne elde edeceğim?''. Yani hemen hemen hepimiz kendi arzularımız, dileklerimiz kişisel fantezilerimizle daha çok ilgileniriz. Pek çoğumuz kendi çıkarı peşindedir.

Ama ''Ben bu durumda bütünün hayrı için ne yapabilirim?'' diye sorduğunda perspektif çarpıcı biçimde değişir. Çünkü şimdi, sadece kendi bireysel ihtiyaçlarımıza odaklanıp onlara daralmak yerine , hayatın bir çok formla kendini ifade edişini kapsayacak şekilde kendinizi farkındalıkla genişletmişsinizdir.

Süpermen Tırtıl...

İstanbul'da Martılar... Günün Fotosu... 26/12/2011

Bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek zordur, beceri gerektirir ve benliğinize karşı kazanılmış bir zaferdir...

Elma Resimleri Elma Avatarları, Apple Pictures, Apple AvatarsKonfüçyüs, insanlara bir şey öğretmenin en iyi yolunun örneklerle göstermek olduğunu biliyordu. Sınıfın karşısına geçti. Eline bir vazo aldı, tüm öğrencilerin görebileceği şekilde vazoyu havada tuttu. Diğer elinde bir elma vardı. Öğrencilerin meraklı bakışları arasında, elmayı vazonun içine bıraktı, vazoyu yere koydu ve şöyle dedi: "Elmayı vazodan çıkarmayı başaran, elmayı yiyebilir."

Çocuklardan biri acıkmıştı, ilk o davrandı ve elini vazonun dar ağzından içeri soktu. Elmayı yakaladı, çıkarmaya çalışıyor, ama başaramıyordu. "Elimi çıkaramıyorum!" Konfüçyüs, "Elmayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini çıkarman mümkün olmayacaktır" dedi. Çocuk elmayı elinden bırakmak istemiyordu; ama sonunda zorunlu olarak bıraktı. Elini vazodan çıkardığında, yüzünde şaşkınlık okunuyordu. "Elmanın vazodan nasıl çıkarılabileceği konusunda sizin bir fikriniz var mı?"

Konfüçyüs, vazoyu yerden alıp ters çevirdi. Elma vazonun içinden yuvarlanıp avucunun içine düştü. Çocukların hepsi gülmeye başladı. Aslında o kadar basit bir şeydi ki bu! Konfüçyüs, "Fakat bu, göründüğü kadar basit değil" dedi. Elmayı havada tutuyordu konuşurken.

"Bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek zordur, beceri gerektirir ve benliğinize karşı kazanılmış bir zaferdir.

Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, ulaşmak istediğiniz şeyi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız.

Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız, o zaman buna son vermelisiniz.

Eğer kendinize ve başkalarına karşı dürüst davranmıyorsanız, bu hilekârlığı hemen durdurmalısınız. İşte, ancak o zaman hedefinize ulaşabilirsiniz

Kafana Takma.. Sakin ol... Ye... İç... Mutlu ol... Diet Yapma... Gülümse...

Sınırlanmışlık İlizyonunu Kırmak...

http://youtu.be/RJGKGnfdwBw

Kendinin Tanımıyorsan Korkarsın...

Kendi merkezini tanıyor musun? Eğer tanımıyorsan, o zaman sürekli korkacaksın. O... yüzden sahte benlik sürekli korkar. Sürekli titrer. Her zaman başkalarından destek alma ihtiyacı hissedersin. Seni takdir edecek, seni alkışlayacak; ne kadar güzel ya da ne kadar zeki olduğunu söyleyecek birileri. Sürekli bu tip şeyleri sana hipnotik telkin gibi söyleyen insanlara ihtiyacın var. Böylece zeki, güzel ve güçlü olduğuna inanabilirsin.


 Ama bir noktaya dikkat et. Her zaman başkalarına bağımlısın. Ne zaman benliğini sergilersen, aslında sadece benliğinin bilincinde olmadığını gösteriyorsun. Kim olduğunu bilmiyorsun. Eğer bilseydin, o zaman herhangi bir sorun olmazdı. O zaman görüş aramazdın. Başkalarının hakkınızda söyledikleri seni endişelendirmezdi. Çünkü ilgisi yok. Sonuçta kimse senin hakkında bir şey söylemez.


İnsanlar senin hakkında bir şey söylediği zaman, aslında kendilerini anlatıyor. Kimse senin hakkında bir şey söyleyemez. İnsanlar ne derse desin kendileri hakkında konuşur. Ancak sen hemen korkarsın, çünkü hâlâ o sahte merkezinize yapışıyorsun. O sahte merkez başkalarına bağımlıdır ve o yüzden de sen sürekli başkalarının hakkında neler söylediğine bakarsın. Sürekli başka insanların izinden gidersin, sürekli onları tatmin etmeye çalışırsın. Sürekli saygın bir insan olmaya çalışırsın ve sürekli egonu süslemeye çalışırsın. Bu intihar etmek gibi bir şeydir.


OSHO

Sen Kendi Hayalinsin...

SEN KENDİ HAYALİNSİN.

Bill Hicks

Hem gözlük takıyor hemde yüzünüzde kırışıklığınız var diye üzülmeyin... Kırışıklıklarınızı yok etmenin yüzde yüz formülü bulundu...

Hem gözlük takıyor hemde yüzünüzde kırışıklığınız var diye üzülmeyin... Kırışıklıklarınızı yok etmenin yüzde yüz formülü bulundu...

Aynanın karşısına geçiyorsunuz gözlüğünüzü çıkarıyorsunuz ve tatatatatat...

Tüm kırışıklıklarınız görünmez hale geliyor...

Kendinizi sağ taraftaki gibi görüyorsunuz...

Nasıl...

Formül süper değil mi???

Tak gözlüğü kırışık...

Çıkar gözlüğü pürüzsüz...

Herşey bu kadar basit işte efem...

Nevin, Uyan... Horluyorum...

Sırada Kal...

http://youtu.be/IPxBKxU8GIQ

Başarı İstenmediği Yere Gelmez...

 Yenildiğinizi düşünüyorsanız, yenilmişsinizdir.

 Cesur olmadığınızı düşünüyorsanız, korkaksınızdır...

 Kazanmak istiyor fakat kazanamayacağınızı düşünüyorsanız, kesinlikle kazanamazsınız demektir.

 Kaybedeceğinizi düşünüyorsanız, çoktan kaybetmişsinizdir.

Dışarıdaki dünyaya çıktığınızda anlayacaksınız ki başarı, ancak onu istediğiniz takdirde gelecektir.

Herşey insanın kafasında biter.

Alt edildiğinizi düşünüyorsanız, alt edilmişsinizdir.

Yükselmek için yüksek düşünmelisiniz.

Bir ödülü kazanmadan önce kendinizden emin olmalısınız.

Yaşam savaşını kazanan her zaman, en güçlü ya da en hızlı olan değildir.

 Er ya da geç kazanan kişi, kazanacağını önceden düşünebilen kişidir.

Bir insanın Anavatanı Çocukluğudur...

Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:

-          Hayrola, neden elimi öpmek istedin?

-          Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.

-          Ne oldu, nasıl oldu?

-           Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”

Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:

-           Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?

-          Hayır, neden?

-          Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.

Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:

-          Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.

-          Radikal bir karar!

-          Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.

-          Eşiniz ne dedi?

-          Hocam biliyor musun ne oldu?

-          Ne oldu?

-          Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”

-          Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!

-          Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.

-          Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?

-           İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.

-          Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!

-          İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.

-          Eşiniz gelmek istemedi!

-          Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”

-          Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?

-          Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım.  Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.

“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.

“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU

Ouuvvvv!

Bilge insan acıyı bile mutluluğa dönüştüren insandır...



Bilge insan acıyı bile mutluluğa dönüştüren insandır. Aptal kişi ise tüm mutlulu...k olanaklarını yok etmeye devam eder. İçinde cennet yaratabilecek enerjiden mutsuzluk yaratır. Cennet zaten orada sadece yüz seksen derece dönmeniz gerekiyor.

OSHO

Ne kadar okursan oku...