11 Ekim 2010

sivrisinek benimle nasıl konuştu...

İstanbulda birkaç gündür hava çok kötü ve yağmurluydu .Üstelik buz gibiydi. Evi havalandırmak mümkün olmadı. Neyse bugün daha yumuşak bir hava var. Hemen pencereleri açtım. Ev havalansın, içerisi oksijen dolsun diye. Havalandırma işlemi bitince pencereyi  kapattım. Fakat odada vız da vız da vız bir gürültüdür gidiyor. Önce ses nereden geliyor anlamıyorum sesin kaynağını arıyorum. Sonra pencereye çarpıp duran kara sineği görüyorum. Bayağı büyük bir sinek. Onu kendi haline bırakıyorum ama o beni kendi halime bırakmıyor. Vız da vız vız da vız. Kafamı şişiriyor. Yanına gidiyorum faydasız. Dönüp dolanıyor perde ve pencere arasında.

İçeri kovalamaya çalışıyorum. Faydasız. Vız da vız vız da vız. Tamam yeter diye söyleniyorum içimden. Açıyorum camı. Uçup gidiyor

Sinek vız vızlarken bana aç camı aç camı aç camı diyormuş ...

Ben anca anlamışım:))))

O yoluna ben yoluma gidiyoruz. İkimiz de rahat ediyoruz.

Sağlıcakla,

Soğuk Havaların Kendini Göstermesiyle, Kışlık Giysilerin Ceplerinde Unutulmuş Paralar Piyasalara Hareketlilik Getirdi ...

Bu başlığa bir hikayeyle eşlik etmeliydim. Buyrun...

Geçen gün yazlık-kışlık dolap yaptım. O ne zahmetli iş öyle.Yazlıklar toplanıyor. Gözden geçiriliyor.Tekrar katlanıyor. Etraftakilere verilecekler ayrılıyor. Dolap bir güzel temizleniyor. Arkasından bütün yaz sesiz sakin vaktinin gelmesini bekleyen kışlıklar da aynı işlemden geçiriliyor. Verileceklere karar veriliyor. Yıkanacaklar, kuru temizlemeye götürülecekler, ütülenecekler bir tarafa ayrılıyor.Eksik varsa kafa da bir alışveriş planı yapılıyor.

Usul usul de ceplere bakılıyor. Fakat boş. Bu da boş. Bu da boş. Hepsini boşaltmışım..Bi dahaki sefere bana ders olsun diyerek.  Hayal kırıklığı içindeyim. Mecbur, dolaşıma kumbaradan değil, mevcuttan katkıda bulunucaz.

Ama yazlıkların cebine biraz para koyuyorum. Yazın sevinmek için. Geleceğe mutluluk ekiyorum.

Sağlıcakla,

Ben 4 kişiyim: 1 ben, 2 içimdeki, 3 aynadaki, 4 kalbimdeki.. Beni geç, içimdeki zaten deli, Kır aynadakini.. Ya kalbimdeki ? Paul ASTER

TCHAIKOVSKY: Swan Lake (Bolshoi Ballet, 1989)

Kavafis- Kent

Kent

' 'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim' dedin.
'Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz yargısıyla karşı karşıya
-bir ceset gibi- gömülü kalbim
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün
boşuna bunca yılı tükettiğim ülkede'
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın
bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda
dolaşacaksın. Aynı mahallede koşacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka
bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir
bütün yeryüzünde' 
 
Konstantin Kavafis

Ihlara vadisi

Aslında ıhlara vadi mi ? yoksa kanyon mu ? emin değilim. Bence kanyon daha doğru bir tanımlama... Kanyon; iki tarafı  düz , sert ve dik kaya duvarlardan oluşan bir doğa harikası. Fakat bu diklik insanların yerleşimine engel oluyor... ( bildiğim kadarıyla tabi ki...)

vadi o kadar keskin hatlı değil... o yüzden vadilerin eteklerine yerleşebiliyorsunuz... Vadilere de kanyonlara da aşığım. İkisi de olur yani...

Ihlara vadisine uzun zamandır gitmek istiyordum. Kendimi orada bulunca çok sevindim. Ihlara vadisinin inanılmaz görüntüsü aklımı başımdan aldı. Uzun süre yukarıdan seyrettim.


Ihlara vadisi...


Başka bir açı...

Yukarıdan manzaraya doyunca yavaş yavaş aşağı inmeye başlıyorum. Vadinin tam ortasından bir dere geçiyor. Bu da ortamın yeşillenmesine yardımcı ağlıyor. Vakit dere kenarında olma vaktidir...



Dere kenarı...Ana giriş

Dere öyle uzun ki...Ana girişten başlıyorsunuz birkaç kilometre yürüyebiliyorsunuz. 


Dere kenarı...Orta giriş...

Yürüyüş çok keyifli geçiyor. Yeşilliklerin arasında olmakta, şırıl şırıl su sesini dinlemekte harika... Bu coşkuyla kendimi ağacın güvenli gövdesine bırakıveriyorum...



                                                  Ağaca teslimiyet...


Sağlıcakla,



Uzun İnce Bir Yoldayım - Barış Manço

karikatür-evlenme teklifi

10.10.10 kutlamalarım...

Aslında böyle günler hep ilgimi çeker...özellikle kutlayayım diye uğraşmam...ama nedense 10.10.10'u kutlamak istiyordum. Olmadı...hiçbir şey denk düşmedi...

Günün programı annemle İkea'ya gitmek oldu. Annem reklamlardan etkilenmiş evdeki her eksiği İkea'dan tamamlayacağı gibi bir hisse kapılmış. Hah buldum diyecek zannediyor. Tabi iş bana düşüyor. Annem hah beni İkea'ya götür diyor. Tabi kıramıyorum anneyi. Atlıyoruz arabaya. Ve fakat benim yol bilgi dağarcağım çok kötü.Kötü olduğu kadar öğrenme zorluğu da çekiyorum. Bir kere hata yaptım hadi öğreneyim gibi bir durum söz konusu değil. Aynı yere defalarca kaybolarak gidebiliyorum. Yine de azimliyim.

İkea'ya ise sadece 2.köprüden gitmeyi biliyorum. Fakat arabada annemin gerek sohbeti, gerekse de elimi tutma girişimleriyle gerekse de benim yol bilgim vesilesiyle kendimi birinci köprüde buluyorum. Fakat birinci köprüden gitmeyi bilmediğim için geri dönüp ikinci köprü yoluna giriyoruz.

Bu arada bu yol konusunda tamamen anneme çektiğim için ondan bana hiç hayır yok. Tamamen yardımsız bir şekilde, tabelalarla ilerliyoruz. Bu arada 10.10.10 tarihi gözüme çarpıyor, ehh diyorum bari annemle kutlayayım bu günü diyorum ve günün anlam ve önemini annemle paylaşıyorum. Oooo ne güzel diyor o da...

Neyse ikinci köprü yolunda giderken, benim ikea binasının rengini görüp sağdan kavşaktan çıkmam gerekiyor. Annem soruyor ikea rengini değiştirirse ne olur ? Ne olacak diyorum bulamam. Gülüşüyoruz.

İkea binasını görüyorum fakat bir önceki sapaktan sapıyorum. Ümraniyeye varıyoruz. Fakat ben burdan da yolu bulamıyorum. Yaklaşık beş-altı kişiye sorduktan sonra hedefe kitlenebiliyoruz. İçerde ne var ne yok alabilirim. Acaip bir hırs geliyor içime...


Neyse eve gerekli bir kaç şeyi aldıktan sonra çiçek bölümüne varıyoruz. İkmizde çiçek ve yeşillik delisi olduğumuzdan burda çok vakit harcıyoruz. Bonzai'ler müthiş. Küçükleri var, büyükleri var. Acaip bir gövde yapısına sahipler. Birer tane alıp mutlu mesut geri dönüş yoluna çıkıyoruz.


işte bonzai...



Annem korkarak soruyor..Evi bulabilicen mi kızım..Dışardan güçlü içerden güçsüz bir sesle
Aşkolsun anne diyorum...Yol bulmak benim işim...Olmadı sorarız...buluruz diyorum. Bu arda gözüm Edirne tabelalarına kitlenmiş durumda. Neyse eve varmadan birde bi şeyler atıştırmak için duruyoruz. Zero'larımız 10.10.10 şerefine kaldırıyoruz.

Hep beraber nicelerine diyoruz...

Tabi gün böyle bitmiyor ama o da başka yazıya kalsın ...

Sağlıcakla...

karikatür-evlenmeden önce biliyordun...

haşmet babaoğlu-mutsuz hayatlar, mutlu fotoğraflar...

Bilmem, siz de benim gibi misiniz?
Hâlâ fotoğrafım çekilirken gülümsemekte zorlanırım. Üzerime tuhaf bir gerginlik gelir.
Aslında biliyoruz, kuşaklar boyu insanlar objektif karşısında gülümsemekte zorlandı, tutuk kaldı. Hele dişlerini göstererek gülümsemeyi hiç uygun bulmadı.
Eski resimlere, hele siyah beyaz çağının fotoğraflarına bir bakın, göreceksiniz.
Gülümsemeler belli belirsizdir. Kaşlar, gözler, bedenler kasılmıştır.
Herkes bir an önce çekimi gerçekleştirip objektif karşısından uzaklaşmak için tetikte bekler!
***

Çoktandır durum değişti..
Fotoğraf makinesi ortaya çıktığı anda...
Depresyondan kırılan, öfkeyle somurtan suratlar gülümsemeye geçiveriyorlar.
Hem de ne gülümseme!
Öyle manken, model işi değil! Hatta gülümserken güzel görünüldüğü için bile değil!
Yeni poz kültürü bambaşka bir gülümseme üzerine kurulu!
Ne kadar tatsız, keyifsiz olunursa olsun, deklanşöre basılmadan hemen önce bütün dertler bir yana bırakılıyor. Sırt dikleştiriliyor; sonra hafifçe yan dönüp mümkünse dişler gösterilerek poz veriliyor. Güçlü vaatlerle dolu ve gururlu bir gülümseyişle!..
***

Neden mi?
Çünkü o fotoğraflar Facebook'a konulacak, Twitter'da görücüye çıkacak.
Fotoğraflar artık basitçe bir "hatıra" özelliği taşımıyor.
Fotoğraflarımız kimliğimiz, kişiliğimiz, hayatımız hakkında bir hikâye ve güncel bir duyuru, bir ilan, hatta apaçık reklam!
İşte o yüzden yeni bir gülümseme tarzı var.
Hani nasıl reklam sektöründe cinsellik satıyorsa...
Sosyal medya âleminde de mutluluk ve eğlencenin piyasası yüksek!
Poz poz gülümsemeler, o parlak dişler, o kahkahaya çeyrek kala haller bundan...
"Hayatımız" mutlu bir fotoğraf artık...
Ya da pek eğlenceli bir video...
Ama gerçekte mutsuzluktan kırılıyormuşuz, ne gam!

HAŞMET BABAOĞLU


Not: Bu bloğu açmamada son damla olan Leyla Hun'a da ayrıca teşekkür ederim. Kendisi önerileriyle bana destek olmaya da devam etmektedir. Bu güzel yazıyı onun önerisiyle sizlerle paylaşmaktayım.

köpek korkumu nasıl yendim...

O sıralar ortaokuldayım. Yaş on iki-on üç arası. Bende köpek korkusu var. Köpeklerin yanına yaklaşamıyorum. Ya da kaldırımda köpek görünce, nefesim hızlanıyor, ürküyorum. Köpek bana doğru hamle yapsa, kaçacak delik arıyorum. Böyle bir durumdayım. Mantıki bir sebep de yok ortada. Kötü bir anı falan da yok. Sadece tarifsiz bir korku mevcut.

Ortaokul yıllarımda yakın kız arkadaş da kalmak bir gelenekti. Sen onda kalırsın ,o sende kalır. Aranızda bir ritüel olur. Bunu pijama partisiyle falan karıştırmamak lazım. Okuldan çıkılır, servisle eve gidilir. Anne kahvaltı hazırlar, oturulur sohbet edilir. Hoşlandığın erkekten bahsedersin, yüzün kızarır. Ertesi sabah okulda karşılaşma cümleleri hazırlanır. O günkü olay ve konuşmalar gözden geçirilir.
Az da ders çalışılır. Bazen film seyredilir. Gece böyle sakin geçer giderdi.

O dönem birisinde kalmak, o benim yakın kız arkadaşım mesajı vermekte en önemli sinyaldi. Şimdiki çocuklar ne yapıyor bilmiyorum. Facebook'ta en yakın arkadaş kısmına ekleyince iş bitiyordur belkide.

Neyse şimdi benim en yakın kız arkadaşlarımdan biriyle sık ev ziyaretlerinde bulunuyoruz. Günün birinde onlar evlerine köpek alıyorlar. Tabi böyle olunca benim ev ziyaretlerim bıçak gibi kesiliyor. Bir-üç-beş-on artık sadece benim eve geliniyor. Sonunda arkadaşımın ısrarına dayanamayıp, köpek bulunan bir eve gitmeye razı oluyorum. Arkadaşımın köpek zaten daha yavru, sesi bile çıkmıyor, bak sen gel onu odaya kapatacağız. Birbirinizi bile görmeyeceksiniz telkinleri de üzerimde çok etkili oluyor.

Ve büyük gün geliyor...Bende sabahtan bir heyecan başlıyor, dersler bitiyor, servise biniliyor. Ben kaçıncı kez bilmiyorum, arkadaşıma köpek odada kapalı değil mi diye soruyorum. Arkadaşım büyük bir güvenle evet diyor.

Neyse eve varıyoruz, içeri giriyoruz. Evde köpek te yok. Ben iyice rahatlıyorum. Tam salona kuruluyorum,gevşiyorum derken... köpek geziden dönmüş, kapıdan giriyor, ve  tüm hızıyla üstüme doğru koşuyor. O saniyeleri ağır ağır yaşıyorum. Zaten donup kalmışım hareket bile edemiyorum,bayılıcam, bacaklarım titriyor derken, yanıma gelip beni yalamaya başlıyor. Ve sevimli sevimli bana bakıyor. İşte o anda korkum yerini sevgiye bırakıyor. Korku-sevgi dönüşümümü sağlayan bu kahraman köpeğin adı Pepsi'ydi. Orta boylu, az tüylü, kahverengi-beyaz-sarı bir köpekti.

O dönüşümden sonra arkadaşıma gitmek için can atar oldum, Pepsi'yle türlü oyunlar oynar, yemekte masa altından gizlice besler, gece de beraber uyurdum.

Pepsi sayesinde bir korkumdan kurtuldum ve bir gıdım daha özgür bir insan oldum. İnsan acaba korkularını nasıl yener? Üstüne giderek mi? Bilmiyorum, bu herhalde etkili bir yöntem. Ama o kritik denge noktasında çok dikkatli olmak gerekiyor. Korkuyu yenmeden önceki son anda, bir delilik ve panik duygusu var.. .Ya o duyguda  kalınacak, ya özgür bir insan olanacak.

Pepsi olayı şansıma çok iyi sonuçlandı. Korku üstüme gelip, beni bir güzel yaladı. Tüm korkularımızdan böyle kolaylıkla kurtulmamızı diliyorum.

Sağlıcakla,