5 Aralık 2011

Sevgilim bak, sana tektaş aldım...

Ay hasatı...

Shiatsu masajından bir kaç örnek hareket...

Aşure...

Asure_2aşure için gereken malzemeler:

  • yarım kg. buğday

  • 1 su bardağı nohut

  • 1 su bardağı kurufasulye

  • 1 çay bardağı pirinç

  • 100 gr kuru kayısı, yıkanmış ve ufak ufak doğranmış

  • 50 gr. kuş üzümü

  • 100 gr. çekirdeksiz kuru üzüm

  • dilerseniz ufak ufak doğranmış kuru incir (incir aşurenin rengini koyulaştırdığı için biz pek kullanmıyoruz)

  • 1 kg. toz şeker


hazırlanması: 1. aşureyi pişirmeye başlamadan 8-9 saat önce buğdayı büyükçe bir tencereye alıp üzerini 4-5 parmak geçecek kadar kireçsiz su ile doldurun ve bir taşım kaynatın.

2. nohut ve kurufasulyeyi birlikte yıkayıp bir tencereye alın ve buğdaydaki işlemi tekrarlayın.

3. her iki tencere de kaynadıktan sonra altını kapatın ve 8-9 saat dinlendirin.

4. 8 saat sonra tencerelerin altını tekrar açın, kısık ateşte (buğdayları arasıra karıştırarak) buğdaylar iyice ezilinceye, nohut ve kurufasulyeler de yumuşayıncaya kadar (yaklaşık 2,5-3 saat) pişirin. eğer tencerelerdeki su azalırsa kaynamış su ekleyin. buğday tenceresinin kapağını taşma tehlikesi nedeniyle açık bırakın.

5. buğdayın pişmesine yakın tencereye iyice yıkanmış pirinci ekleyin. bir sürede pirinçlerle beraber pişirin.

6. hepsi pişince nohut ve kurufasulyeleri buğday tenceresine ekleyin. 10-15 dakika daha kısık ateşte kaynatın. çekirdeksiz üzümü, kuş üzümünü ve  kayısıları tencereye ekleyin. 15 dakika daha pişirdikten sonra toz şekeri ekleyin, bir taşım kaynatıp altını kapatın.

7. aşurenin kıvamını kaynar su ekleyerek dilediğiniz gibi ayarlayabilirsiniz.

8.aşure soğuduktan sonra kaselere paylaştırıp tarçın/ceviz/fındık/nar ile süsleyin.

not: piştikten sonra aşurenin bir kısmına veya tamamına bir portakal kabuğu rendesi eklerseniz çok güzel bir tat yakalamış olursunuz

Bazen hayat bir bilgisayar oyunu gibi geliyor.Bir seviyeyi atlamadan öbür seviyeye geçemiyorsunuz

Bazen hayat bir bilgisayar oyunu gibi geliyor.Bir seviyeyi atlamadan öbür seviyeye geçemiyorsunuz.O seviyeyi geçene kadar da hep aynı tipte karakterler karşınıza çıkıyor.Gelenin tipi değişse de sizi hep aynı yerinizden vuruyor, sizi hep aynı şekilde incitiyor.Sizi inciten şey her ne ise, onu bir de genellediniz mi, o zaman işler iyice karışıyor:"Bütün erkekler, kadınlar, patronlar birbirinin aynıdır" gibi.Halbuki onu birçokları içinden siz çektiniz ve seçtiniz.Onunla yola devam etmeye siz karar verdiniz.İşin püf noktasını keşfedip bulunduğunuz seviyeyi atlayana kadar hep aynı tiplerle oynamaya devam ediyorsunuz.Gözden kaçırdığınız şeyi bulup düzeltene kadar...Bütün bu aynıların içinde artık yeniye merhaba demek istiyorsanız, yapabileceğiniz birkaç şeyi hemen burada sıralayayım:

Tepkilerinizi değiştirin.

Karşınızdaki kişiye kızmaya başladığınızı fark ettiğinizde genelde ne yapıyorsanız, gidin hiç yapmadığınız bir şey yapın.

Mesela gidip dişlerinizi fırçalayın.

Böylece kendini tekrar eden döngüyü kıracak, otomatik tepki vermeyi bırakacaksınız.

Tepkileriniz sizi yönetmeyecek, siz tepkilerinizi yönetmeye başlayacaksınız.

İletişimle ilgili neyi farklı yapabileceğinize bakın.

Her olumsuz duygu, karşılanmamış bir ihtiyaçtan doğar.

Diyelim ki çok sinirlendiniz, kendinize sorun:

Benim aslında neye ihtiyacım var?

Hangi ihtiyacım karşılanmadığı için sinirlendim?

Bulduğunuz cevabı karşınızdaki kişiyle de paylaşın.

"Şuna ihtiyacım vardı ve bu ihtiyacım karşılanmadığı için şu davranışın karşısında sinirlendim" gibi.

Ve sonra ihtiyacınızı giderin.

Önceki ilişkilerinizden getirdiğiniz birikmiş üzüntü ya da öfkeyi temizleyin.

Bunu yapmadığınız sürece, yaşadığınız her olayı sizi yaralayan olaya benzetip otomatik tepki vermeye devam edeceksiniz.

Geçmişle ilgili depoladığınız yükü temizlemeden hayatınızın değişmesini beklemeyin.

Olaylara büyük pencereden bakın.

Kişiselleştirmeyin.

Büyük resimde olan bitenin o an hiç bilmediğiniz bir anlamı olduğunu hatırlayın.

O anki çatışmanın 10 sene sonra hiçbir anlamı kalmayacağını düşünün.

"Yaşadığım bu durum bana ne öğretiyor, bundan ne ders çıkarabilirim?" diye kendinize sorun.

Varsayımda bulunmayın.

"Bana çiçek getirmedi, demek ki beni sevmiyor."

Neden çiçek getirmediğini öğrenmeye, anlamaya çalışın.

Beklediğiniz şeyi önce siz verin.

İlgi bekliyorsanız, ilgi; anlayış bekliyorsanız anlayış...

Yani bulmak istediğiniz şeyi önce kendinizde yaratın.

Bu yazıyı okuduktan sonra, "söylemesi kolay ama" diyerek söze başlamayın.

 

Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmemelidir....



Sular yükselince, balıklar karıncaları yer..

Sular çekilince de karıncalar balıkları yer...

Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmemelidir.... ...

 Çünkü, kimin kimi yiyeceğine..

"suyun akışı" karar verir.

hayatımızdaki güzel şeyleri farkedip ŞÜKÜR etmek ve hayatımızda var olan güzelliklerden motivasyon alarak enerji üretmektir...



Bazen hayatta gideceğimiz yol belli olsa bile, hayat yolumuza devam etm...ek için enerji ve öz irademizden gelen istek gücüne ihtiyaç duyarız. Böyle zamanlarda tek yapmamız gereken,  hayatımızdaki güzel şeyleri farkedip ŞÜKÜR etmek ve hayatımızda var olan güzelliklerden motivasyon alarak enerji üretmektir...Bunu başardığımızda, hayat bize ödülünü o yürüdüğümüz yollarda bir şekilde sunacaktır. ☼¸¸.•*¨♥

Sevgi nedir?... Günün fotosu... 05/12/2011

İsteklerimizi belirtme ve istemediklerimiz karşısında hayır diyebilme sorumluluğu bize aittir...



İsteklerimizi belirtme ve istemediklerimiz karşısında hayır diyebilme sorumluluğu bize aittir. Karşımızdaki kişilerin bizim isteklerimizi bilme ve karşılama zorunluluğu yoktur. Davranışlarımızın, kararlarımızın ve seçimlerimizin sorumluluğu tümüyle bizde ise, içine düşeceğimiz mutsuzluk veya duygusal bunalımın sorumluluğun bir başkasına ait olması mümkün değildir.Artık hayatımızın sorumluluğunu elimize alma vakti geldi...


 Karşımızdaki kişi, tercihimizin gerçekleşmesi için uygun davranmayabilir, buna hakkı vardır. Bunun  nedeni herkesin  kendi birinciliğine, kendi isteklerine, korkularına ve zevklerine odaklanmasıdır.Bu durumda içine düşeceğimiz hoşnutsuzluk  doğal bir sonuctur...


İnsan ilişkilerinde geçerli tek kanun, onlar hakkında kanun yapılamayacağıdır.

Seni basit şeylerle şaşırtan küçük bir çocuğa,

Sana kaybettiğin cüzdanı getiren yaşlı küçük kadına,

Sana; “Gülünce gözlerinde ışık parlıyor gülümse”  diyen sevgiliye

Seni basit şeylerle şaşırtan küçük bir çocuğa,

Yemeğini seninle paylaşan fakir adama,

İnanırsan herşeyin mümkün olacağını gösteren bilge adama,

Yolunu kaybettiğinde aniden karşına çıkıp sana yol gösteren bir yabancıya,

Seni seven hiç kimsenin kalmadığını düşündüğünde, kalbine dokunan bir arkadaşa

Teşekkür etmeli…

İhtiyacınız olan herşey sizde mevcut.. !



İçinizde, derinden gelen sese kulak verin..Sonsuzluğu dinleyin..,ve: Hatırlayın..! İhtiyacınız olan herşey sizde mevcut.. !

Hayatının yönetmenliğini başkasının yapmasına izin verirsen...



Hayatının yönetmenliğini başkasının yapmasına izin verirsen, sürekli o insana,oyunculuğunu beğendirmek zorunda kalırsın.."

Gün gibi, Güneş gibi Doğmalı Kalplere...

kanyonda güneş doğuşu

Gün gibi, Güneş gibi Doğmalı Kalplere...

Sevgi İle...

Hayat üçgeni metodu hayat kurtarıyor...

DOUG COPP'UN ÖNERİLERİ

1996'da benim hayatta kalma metodumun geçerliliğini ortaya koyan bir film yaptık. Türk hükümeti, İstanbul belediyesi, İstanbul Üniversitesi, Case yapımcılık, ve ARTI bu pratik ve bilimsel testin filme alınmasında işbirliği yaptılar. İçinde 20 maket (mannequis) olan bir okulu ve evi yıktık. On maket 'çömel ve korun' metodunu uygularken, 10 maket 'hayat üçgeni' metodumu uyguladı.

Tasarlanmış yıkımdan sonra görüntüleri filme almak ve sonuçları belgelemek için enkazı geçip binaya girdik. Bina yıkımlarında oluşabilecek şartlar dahilinde direk olarak gözlemlenebilen ve bilimsel şartlar altında hayatta kalma tekniklerimi uyguladığım film 'çömelip korunan/saklanan' kişiler için hayatta kalma şansının sıfır olduğunu ortaya koydu.

Hayat üçgeni metodumu kullananlar için hayatta kalabilme şansı yaklaşık olarak % 100 oldu. Bu film Türkiye'de ve Avrupa'nın geri kalan kısmında milyonlarca izleyici tarafından izlendi. Bu film ABD, Kanada ve Güney Amerika'da RealTV programında izlendi.

Enkazına girdiğim ilk bina 1985 Mexico City depreminde bir okuldu. Bütün çocuklar sıralarının altındaydı. Her bir çocuk kemiklerinin kalınlığına kadar ezilmişlerdi. Sıralarının yanındaki koridorlara uzanmış olsalardı hayatta kalmış olabilirlerdi. Bu 'ayıptı, gereksizdi' ve çocukların neden koridorlarda (sıraların arasında) olmadığını merak ettim. O an, çocuklara bir şeyin/eşyanın altına saklanmalarının söylendiğini bilmiyordum. Basitçe ifade edilirse, binalar yıkılırken, objelerin üzerine düşen tavan ağırlığı veya içerideki mobilyalar bu nesnelere çarparken yanlarında bir yer, boşluk bırakırlar. Bu boşluk benim 'hayat üçgeni' dediğim alandır. Nesne ne kadar büyük ve ne kadar dayanıklı olursa daha az ezilecektir

Basitçe ifade edilirse, binalar yıkılırken, objelerin üzerine düşen tavan ağırlığı veya içerideki mobilyalar bu nesnelere çarparken yanlarında bir yer, boşluk bırakırlar. Bu boşluk benim 'hayat üçgeni' dediğim alandır. Nesne ne kadar büyük ve ne kadar dayanıklı olursa daha az ezilecektir. Nesneler ne kadar az ezilirse boşluk ve bu boşluğu kullanan kişinin yaralanmama olasılığı o kadar artar. Bir dahaki sefere televizyonda yıkılan bina izlerken gördüğün üçgenleri say. Heryerdeler. Yıkılan bir binada göreceğiniz en yaygın biçimdir.

1) 'Binalar çökerken basitçe 'çömelen ve korunan' kişiler istisnasız her defasında ezilerek ölüyorlar. Masa, araba gibi nesnelerin altına giren kişiler her zaman ezilirler.

2) Kediler, köpekler ve bebekler'in hepsi doğal bir şekilde dizlerini ana rahmindeki gibi karınlarına doğru çekerek kıvrılırlar. Deprem anında sizde bu şekilde kıvrılmalısınız. Bu doğal bir güvenlik ve hayatta kalma içgüdüsüdür. Daha küçük bir boşlukta hayatta kalabilirsiniz. Hafifçe ezilecek ama yanında boşluk yaratacak bir kanepe, geniş büyük bir eşyanın yanında durun.

3) Ahşap evler deprem anındaki en güvenli yapılardır. Sebebi basittir; ahşap esnektir ve depremin zorlamasıyla hareket eder. Eğer ahşap bina çökerse geniş yaşam boşlukları oluşur. Ayrıca, ahşap binalar daha az yoğunlukta yıkılış ağırlığına sahiptir. Tuğla binalar ayrı tuğla parçalarına ayrılacaklardır. Tuğlalar bir çok yaralanmalara sebep olacaktır, ama (beton) bloklardan daha az ezilmiş vücutlar yaratırlar.

4) Eğer gece yataktayken deprem olursa, basitçe yuvarlanarak yataktan düşün. Yatağın çevresinde güvenli bir boşluk oluşacaktır. Oteller müşterilerine deprem anında yatakların yanında yere uzanmalarını salık veren bir uyarı notunu odalarda her kapının arkasına asarlarsa depremlerde çok büyük hayatta kalma oranlarını sağlayabilirler.

5) Televizyon izlerken deprem olursa ve kolayca kapıdan veya pencereden dışarı kaçmak mümkün değilse, kanepe veya büyük bir koltuğun/sandalyenin yanında cenin pozisyonunda kıvrılarak yere uzanın..

6) Bina çökerken Kapı kirişlerinin altına geçen herkes ölür...Nasıl mı? Eğer kapı kirişlerinin altına geçerseniz ve kapı kirişi öne veya arkaya doğru düşürse inen tavanın altında ezilirsiniz. Eğer kapı kirişi yana doğru yıkılırsa ikiye bölünürsünüz. Her iki durumda da ölürsünüz!

7) Hiçbir zaman merdivenlere gitmeyin/yönelmeyin. Merdivenler (ana binadan) farklı bir 'frekans aralığına' sahiptir; ana binadan bağımsız/ayrı olarak sarsılırlar. Merdivenler ve binanın geri kalanı devamlı olarak birbirlerine çarparlar, ta ki merdivenlerin yıkılışı gerçekleşene kadar. Merdivenlere ulaşan insanlar basamaklar yüzünden yaralanırlar. Korkunç şekilde sakatlanırlar. Bina yıkılmasa dahi, merdivenlerden uzak durun. Merdivenler binanın hasar görmesi en muhtemel kısmıdır.. Depremde yıkılmamış olsa dahi, merdivenler bağırarak kaçmaya çalışan insanların aşırı yüklenmesi ile çökebilir. Merdivenler binanın geri kalan kısmı zarar görmemiş olsa dahi her zaman güvenlik açısından kontrolden geçirilmelidir.

8) Binanın dış duvarlarına yakın yerlerde durun, mümkünse dışına çıkın. Binanın iç kısımlarındansa dış kısımlarına yakın yerlerde olmak çok daha iyidir. Binanın dış çevresinden ne kadar içeride olursanız, çıkış yolunuzun kapanma ihtimali o kadar artacaktır

9) Aynen Nimitz yolundaki katlar arasındaki (yıkılan) blokların meydana getirdiği gibi, deprem anında üst yolun yıkılmasıyla ezilen araçların içinde bulunan insanlar ezilirler. San Francisco depreminin kurbanlarının hepsi araçlarının içindeydiler. Hepsi öldü. Araçlarının dışına çıkıp,aracın yanına uzanıp veya oturarak kolaylıkla hayatta kalabilirlerdi. Ölen herkes eğer araçlarından çıkıp, araçlarının yanına oturabilseler veya uzanabilselerdi yaşıyor olabilirdi. Ezilen bütün araçların yanında-kolonların direkt olarak üzerine düştüğü araçlar hariç- 3 feet yükseklikte boşluklar oluşmuştu.

10) Enkaz halindeki gazete ofislerini ve çok miktarda kağıdın olduğu ofisleri dolaşırken kağıdın sıkışmadığını /ezilmediğini keşfettim. Kağıt yığınlarının/kümelerinin etrafında geniş boşluklar bulunur/oluşur.

Bu mesajı mümkün olduğu kadar çok kişiye iletmeniz önemle rica olunur

Fiyat Mı ? Değer Mi ?

Fiyat Mı ? Değer Mi ?
Avrupa'nın ünlü sanat merkezilerinden birinde, çocuğun biri, vitrinde çok hos bir tablo görür. Tablonun bedeli oldukça yüksektir. Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir is bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile mağazaya gider.


Şanslıdır, tablo hala satılmamıstır. İçeri girer, tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve; "Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum, tüm param da bu kadar" der. Ressam bir süre düsündükten sonra resmi paketler ve çocuğa satar. Çocuk paketini alır ve tesekkür ederek çıkar.


Mağazada adamın arkadasları da vardır ve saskın saskın sorarlar: "Sen ne yaptın, o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar düsük bir rakama sattın?" Ressam cevap verir: "Evet, ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim, ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kisi bulabilirdim?..."


Sözün Özü: Günümüzde insanlar her seyin fiyatını biliyor, fakat hiçbir seyin değerini bilmiyorlar

Gölgelerin Yürüdüğü Chateau de Chillon’da İçiniz Ürperecek… (7 Kasım 2011)

[slideshow]

Cenevre’yi iyice tanıdıktan sonra sıra gölün kenarındaki diğer şehir olan Montreux’a gitmeye geliyor… Oraya gölden kalkan gemilerle gidebileceğiniz gibi trenle yaklaşık 40-45 dakikada da gidebiliyorsunuz… Burada şehirlerarası yolculukları trenle yapmak çok yaygın bir yöntem… Ben de treni tercih edenlerden oluyorum… Trenin koca penceresinden çevredeki manzarayı özellikle de üzüm bağlarını seyrediyorum… Her yer üzüm bağlarıyla dolu…

Montreux özellikle Temmuz ayında yapılan caz festivaliyle adını duyurmuş bir yer… Kasım ayında olduğumuzdan maalesef şehirdeki o coşkuyu, açık hava konserlerini izleme imkanım yok… İçimde azcık yanıyor bunun için… Göl kenarında yürümeye başlıyorum… Banka oturup karşı kıyıya bakıyorum… Karşısı Fransa… Dip dibe yaşayıp gidiyorlar… Manzara ise inanılmaz güzel…

Yürümeye devam ediyorum. Sağlı sollu kafeler ve restoranların olduğu uzun bir cadde burası… Kafelerin arası parklarla bölünmüş… İrili ufaklı taşların estetik bir şekilde biraraya getirildiği bir de açık hava sergisini geziyorum… Ve serginin az ilerisinde Freddie Mercury heykelini buluyorum… Heykelin önünde ufak bir fotoğraf çektirme sırası var… Sıramı beklerken “The Show Must Go On” yani “Şov devam etmeli” şarkısı kulaklarımda yankılanıyor… Caz festivalini kaçırsam bile Freddie Mercury’nin yaşadığı topraklarda olmaktan memnunluk duyuyorum… Bir kafeye girip soğan çorbası söylüyorum… Tadı muazzam mutlaka tavsiye ederim… Çorba kasesini peynirle çevirmişler ve çorbanın içine attıkları kıtır ekmek dilimlerini de peynirle kaplamışlar… İnce ince ağza gelen soğan halkaları enfes…

Buradan otobüse binip İsviçre’nin en önemli şatolarından olan Chateau de Chillon’a varıyorum… Yolun bir yerinde şatonun muhteşem görüntüsü sizi kucaklıyor… Gölün içinde gibi gözüken şatonun bir yanı gölün maviliğiyle süslenmiş diğer yanı ise yan yamaçlardaki ağaçların yeşilliği ve kırmızılığına bürünmüş… Ne yazık öyle şaşalıyorum ki bu görüntüyü fotoğraflayamıyorum… Şatonun önünde inip gezime başlıyorum…

Şato kayalığın üzerine yapılmış… Kuleleri, duvarları ve iç içe geçmiş yuvarlak oda görüntüleriyle büyüleyici…  Bileti ve içerinin haritasını aldıktan sonra gezmeye başlıyorum… İlk zindanlardan başlıyorum… Duvarlardan birine projektörle yürüyen asker gölgesi düşürmüşler… Asker bir ileri bir geri yürüyüp duruyor… Orada ciddi ciddi ürküyorum. Burayı hızlıca geçtikten sonra kiler bölümüne geliyorum… Arkasından açık havaya çıkıp küçük taşlı yoldan yavaşça tırmanıp odaların olduğu bölümü gezmeye başlıyorum… Yemek odası, salon, oturma odası derken bir odadan diğerine geçmeye başlıyorum… Ama içimi kaplayan ürkek ruh haline çözüm bulamıyorum… En sonunda salonlardan birinden çocuk seslerinin geldiğini duyunca oraya yöneliyorum… Ve bir doğumgünü partisinin içine düşüyorum… Şömine çıtır çıtır yanıyor… Şeker ve çay ikramı yapılıyor… Orada keyfim yerine geliyor… Sonra da şatonun üstüne kule bölümüne çıkıyorum ve manzaraya bir de tepeden bakıyorum…

Şatodan yavaş yavaş ayrılmamın vakti geliyor, sırada Gruyers köyüne gitmek var… Gruyers’e giderken yavaş yavaş tepeye çıkmaya başlıyoruz… Her yerde otlayan inekler var… İnek burada kutsal bir hayvan değil ama halk ineğe saygı duyuyor…  Çünkü ineğin ürünü olan sütten yapılan peynir ve çikolata İsviçre’nin çok büyük bir gelir kalemi… Yola çıktıklarında kimse korna çalmıyor ve ineğin geçmesini bekliyor… İneğin sütünün lezzeti ineklerin stressiz otlanmasından geçiyormuş… Hatta bazı yörelerde inekler çoban eşliğinde yukarı yaylalara çıkarılıp bir iki ay sahipleri bile görmeden sessiz sakin bir ortamda otlatılırmış…

Bu stressiz sütten yapılan meşhur peynirlerinden birinin cinsi de Gruyer… Hani şu delikli olan peynir… İşte o peynirin doğuş yeri bu köy… Peynir köye adını vermiş durumda… Ve bu köyde başta Gruyer peyniri olmak üzere her türlü peyniri daha ucuza alma şansınız var… Yakınlarda oturan İsviçreli’ler arabalarıyla gelip peynir alışverişlerinin bir bölümünü buradan yapıyorlarmış… Köy tabi artık hayli gelişmiş… Her yer hediyelik eşya dükkanları, peynir ve çikolata dükkanları, restoran ve kafelerle dolmuş durumda… Yine de şirin görünümünü korumaya bilmiş… Evler iki üç katlı ve kimisi kızıl yapraklarla sarıp sarmalanmış durumda…

Bir de 13. Yüzyıldan kalma küçük bir şatosu var… Şato biraz daha tepede… Manzarası güzel olur diye ilk oraya gitmeyi tercih ediyorum… Hava tertemiz… Kasım ayında olmamıza rağmen denk geldiğim güneşli hava devam ediyor… Yüzüm de ha bire yanmaya devam ediyor… Yüzüm yana yana yukarı tırmanıyorum… Daha yeni şato gezmesinden geldiğim için sadece avlusundan manzaraya bakmakla yetiniyorum… İnekler otların içinde mutlulukla möölüyor, otluyorlar… Ve ne kadar iriler… Kocamanlar… Bir yanda dağ siluetleri, bir yandan ağaçların rengarenk görüntüsü beni avluya çiviliyor…

Sonunda aşağı inip lokantaların birine oturup fondü söylüyorum… Kırmızı tencerenin içinde gelen peynirlerimi, uzun çatalıma batırdığım ekmeklerle böle böle keyifle yiyorum… Bu yemeğin fiyatı yaklaşık 30 frank civarında… Hediyelik eşya dükkanlarında fondü tencere, çatal takımlarına uzun uzun bakıyorum ama almadan çıkıyorum… Gruyer peynirine bayılırım ama daha gezeceğim çok yer olduğu için onları bavuluma koyup ağırlık yapmak istemediğimden kös kös mağazalardan çıkıyorum… Sepetlerini dolduran diğer turistleri seyrediyorum… Ve dönüş yoluna çıkıyorum… Ta Cenevre’ye kadar yolum var… Acele etmeliyim…

Bir sonraki yazım İsviçre’nin başkenti Bern de geçiyor…

Sağlıcakla,

Aman boşver bana da deli diyorlar...