5 Aralık 2011

Gölgelerin Yürüdüğü Chateau de Chillon’da İçiniz Ürperecek… (7 Kasım 2011)

[slideshow]

Cenevre’yi iyice tanıdıktan sonra sıra gölün kenarındaki diğer şehir olan Montreux’a gitmeye geliyor… Oraya gölden kalkan gemilerle gidebileceğiniz gibi trenle yaklaşık 40-45 dakikada da gidebiliyorsunuz… Burada şehirlerarası yolculukları trenle yapmak çok yaygın bir yöntem… Ben de treni tercih edenlerden oluyorum… Trenin koca penceresinden çevredeki manzarayı özellikle de üzüm bağlarını seyrediyorum… Her yer üzüm bağlarıyla dolu…

Montreux özellikle Temmuz ayında yapılan caz festivaliyle adını duyurmuş bir yer… Kasım ayında olduğumuzdan maalesef şehirdeki o coşkuyu, açık hava konserlerini izleme imkanım yok… İçimde azcık yanıyor bunun için… Göl kenarında yürümeye başlıyorum… Banka oturup karşı kıyıya bakıyorum… Karşısı Fransa… Dip dibe yaşayıp gidiyorlar… Manzara ise inanılmaz güzel…

Yürümeye devam ediyorum. Sağlı sollu kafeler ve restoranların olduğu uzun bir cadde burası… Kafelerin arası parklarla bölünmüş… İrili ufaklı taşların estetik bir şekilde biraraya getirildiği bir de açık hava sergisini geziyorum… Ve serginin az ilerisinde Freddie Mercury heykelini buluyorum… Heykelin önünde ufak bir fotoğraf çektirme sırası var… Sıramı beklerken “The Show Must Go On” yani “Şov devam etmeli” şarkısı kulaklarımda yankılanıyor… Caz festivalini kaçırsam bile Freddie Mercury’nin yaşadığı topraklarda olmaktan memnunluk duyuyorum… Bir kafeye girip soğan çorbası söylüyorum… Tadı muazzam mutlaka tavsiye ederim… Çorba kasesini peynirle çevirmişler ve çorbanın içine attıkları kıtır ekmek dilimlerini de peynirle kaplamışlar… İnce ince ağza gelen soğan halkaları enfes…

Buradan otobüse binip İsviçre’nin en önemli şatolarından olan Chateau de Chillon’a varıyorum… Yolun bir yerinde şatonun muhteşem görüntüsü sizi kucaklıyor… Gölün içinde gibi gözüken şatonun bir yanı gölün maviliğiyle süslenmiş diğer yanı ise yan yamaçlardaki ağaçların yeşilliği ve kırmızılığına bürünmüş… Ne yazık öyle şaşalıyorum ki bu görüntüyü fotoğraflayamıyorum… Şatonun önünde inip gezime başlıyorum…

Şato kayalığın üzerine yapılmış… Kuleleri, duvarları ve iç içe geçmiş yuvarlak oda görüntüleriyle büyüleyici…  Bileti ve içerinin haritasını aldıktan sonra gezmeye başlıyorum… İlk zindanlardan başlıyorum… Duvarlardan birine projektörle yürüyen asker gölgesi düşürmüşler… Asker bir ileri bir geri yürüyüp duruyor… Orada ciddi ciddi ürküyorum. Burayı hızlıca geçtikten sonra kiler bölümüne geliyorum… Arkasından açık havaya çıkıp küçük taşlı yoldan yavaşça tırmanıp odaların olduğu bölümü gezmeye başlıyorum… Yemek odası, salon, oturma odası derken bir odadan diğerine geçmeye başlıyorum… Ama içimi kaplayan ürkek ruh haline çözüm bulamıyorum… En sonunda salonlardan birinden çocuk seslerinin geldiğini duyunca oraya yöneliyorum… Ve bir doğumgünü partisinin içine düşüyorum… Şömine çıtır çıtır yanıyor… Şeker ve çay ikramı yapılıyor… Orada keyfim yerine geliyor… Sonra da şatonun üstüne kule bölümüne çıkıyorum ve manzaraya bir de tepeden bakıyorum…

Şatodan yavaş yavaş ayrılmamın vakti geliyor, sırada Gruyers köyüne gitmek var… Gruyers’e giderken yavaş yavaş tepeye çıkmaya başlıyoruz… Her yerde otlayan inekler var… İnek burada kutsal bir hayvan değil ama halk ineğe saygı duyuyor…  Çünkü ineğin ürünü olan sütten yapılan peynir ve çikolata İsviçre’nin çok büyük bir gelir kalemi… Yola çıktıklarında kimse korna çalmıyor ve ineğin geçmesini bekliyor… İneğin sütünün lezzeti ineklerin stressiz otlanmasından geçiyormuş… Hatta bazı yörelerde inekler çoban eşliğinde yukarı yaylalara çıkarılıp bir iki ay sahipleri bile görmeden sessiz sakin bir ortamda otlatılırmış…

Bu stressiz sütten yapılan meşhur peynirlerinden birinin cinsi de Gruyer… Hani şu delikli olan peynir… İşte o peynirin doğuş yeri bu köy… Peynir köye adını vermiş durumda… Ve bu köyde başta Gruyer peyniri olmak üzere her türlü peyniri daha ucuza alma şansınız var… Yakınlarda oturan İsviçreli’ler arabalarıyla gelip peynir alışverişlerinin bir bölümünü buradan yapıyorlarmış… Köy tabi artık hayli gelişmiş… Her yer hediyelik eşya dükkanları, peynir ve çikolata dükkanları, restoran ve kafelerle dolmuş durumda… Yine de şirin görünümünü korumaya bilmiş… Evler iki üç katlı ve kimisi kızıl yapraklarla sarıp sarmalanmış durumda…

Bir de 13. Yüzyıldan kalma küçük bir şatosu var… Şato biraz daha tepede… Manzarası güzel olur diye ilk oraya gitmeyi tercih ediyorum… Hava tertemiz… Kasım ayında olmamıza rağmen denk geldiğim güneşli hava devam ediyor… Yüzüm de ha bire yanmaya devam ediyor… Yüzüm yana yana yukarı tırmanıyorum… Daha yeni şato gezmesinden geldiğim için sadece avlusundan manzaraya bakmakla yetiniyorum… İnekler otların içinde mutlulukla möölüyor, otluyorlar… Ve ne kadar iriler… Kocamanlar… Bir yanda dağ siluetleri, bir yandan ağaçların rengarenk görüntüsü beni avluya çiviliyor…

Sonunda aşağı inip lokantaların birine oturup fondü söylüyorum… Kırmızı tencerenin içinde gelen peynirlerimi, uzun çatalıma batırdığım ekmeklerle böle böle keyifle yiyorum… Bu yemeğin fiyatı yaklaşık 30 frank civarında… Hediyelik eşya dükkanlarında fondü tencere, çatal takımlarına uzun uzun bakıyorum ama almadan çıkıyorum… Gruyer peynirine bayılırım ama daha gezeceğim çok yer olduğu için onları bavuluma koyup ağırlık yapmak istemediğimden kös kös mağazalardan çıkıyorum… Sepetlerini dolduran diğer turistleri seyrediyorum… Ve dönüş yoluna çıkıyorum… Ta Cenevre’ye kadar yolum var… Acele etmeliyim…

Bir sonraki yazım İsviçre’nin başkenti Bern de geçiyor…

Sağlıcakla,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder