14 Haziran 2011

Edirne'den badem şekeri alınır...

[slideshow]

İtiraf etmeliyim ki ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisi Osmanlı İmparatorluğuna olan ilgimi arttırdı… Kim kimden sonra geliyor… Kimin kaçıncı çocuğu tahta geçiyor… Hangi kadın saray hayatında etkili oluyor araştırır oldum… Baktım dizide hep Edirne’ye gidip geliyorlar… Hadi ne duruyorsun dedim ve kendimi Edirne’de buldum…

 

Edirne’de ilk gittiğim yer tabi ki Selimiye Cami oluyor… Bu muhteşem eseri yapan 80 yaşında ustalık döneminde olan Mimar Sinan… Yaptıran ise 2. Selim… Şehre girerken iki yanda badem ağaçları tam karşınızda ise Selimiye Cami’nin görüntüsü karşılıyor sizi… Nefesiniz kesilir gibi oluyor bu görüntüye bakarken ve hemen Cami’yi görmek istiyorsunuz… Cami ihtişamlı mı ihtişamlı… Her yerinde çiniler göze çarpıyor… Kubbesinin yüksekliği 43 metre, çapı ise 31 metreyle şimdiye kadar yapılmış en büyük kubbe… Tam bir mimari başarı…

 

Buradan çıkıp Arasta çarşısına gidiyorum büyük bir huşu içinde… Arasta çarşısından badem ve sabun almak üzere tembihlenmiştim zaten… Çarşının içi çok güzel. Rengarenk meyve şekilli sabunlar çok güzel. Ama ben meyve şeklinde değil de yumurta şeklinde olan sabunlardan almayı tercih ediyorum. Bademleri de Keçecizade’den al demişlerdi. Direk oraya yöneliyorum… Dükkanda bademlerin tadına bakıyorum. Çukulatalısı var… Sadesi var… Kurabiyelisi var… Badem ezmesini zaten çok severim ama buradakiler inanılmaz güzel… Hepsinden yarım kilo alıyorum…

 

Başka bir dükkandan da aynalı süpürgelerden alıyorum… Buralarda çok modaymış… Satıcı kadın niye bu süpürgelerde ayna var biliyor musun diye soruyor… Yoooo diyorum. Ama görüntüsü güzel… Gelin evi süpürürken kaynanasını gözlesin diye var.  Bir de üstüne tebessüm ediyor… Sanırım onun evinde temizlikte bu süpürgelerden kullanılıyor…

 

Neyse ben yoluma devam ediyorum. Karşıma Ali Paşa çarşısı çıkıyor. Artık alışveriş işini bitirdiğim için burada pek oyalanmıyorum. Ama çarşının içi çok güzel. Mimar Sinan’ın eserlerinden biri bu çarşı… Alabildiğine uzun gözüküyor… Dükkanlar birbirine simetrik… Çok hoş bir görüntü var içerde… Yan kapıdan dışarı çıkıyorum… Ciğerci Kemal’in methini duymuştum… Orayı bulup tahta masaya kuruluyorum. Bir tabak ciğer söylüyorum… Bir yandan da merak içindeyim… O meşhur dedikleri ciğer gerçekten meşhur mu yoksa abartı mı diye… Ciğerim bir tabak dolusu geliyor. Yanında biberi ve domatesiyle… Ciğer var ya müthiş… Koca tabağı bitirmem beş dakikayı bulmuyor… Kalkıp biraz yürümenin zamanı geldi diyorum… Ara sokaklarda, caddelerde yürümeye başlıyorum… Eski Camiye düşüyor yolum… Caminin içinde de dışında da yazılar var… Çok etkileyici gözüküyor…

 

Sırada yakınlardaki meşhur Tıp Tarihi Müzesine gitmek var… Burada hem tıp eğitimleri verilirmiş hem de müzik ve su eşliğinde hastaları tedavi etmeye çalışırlarmış… Şifahathane denilen binanın ortasında küçük bir havuz var… Su sesini dinliyorum… Gerçekten huzur veriyor… İçerde hangi makamın hangi hastalığa iyi geldiğini anlatan yazılar var… Bir yandan onları okuyorum bir yandan da hafifçe çalan müziğin sesini duyuyorum… Temsili şekilde canlandırılmış hasta odalarını, eğitim odalarını geziyorum… Müze gerçekten çok güzel… Yolu bu tarafa düşenlerin mutlaka girmesini tavsiye ederim. Müze çıkışında müzik terapi cd’leri satılıyor. Kafama göre bir tanesini alıyorum… Şimdilerde ara ara evde onu dinliyorum… Tedavi eder mi bilmem ama dinlemesi hoşuma gidiyor…

 

Buradan çıkınca Karaağaca gidiyorum… Doğası çok hoş bir yer… Yemyeşil… Buradaki eski tren garını Trakya Üniversitesi yapmışlar… Üniversitenin bahçesinde geziyorum… Bahçede sembolik olarak bir tren ve rayları duruyor… Kimbilir kimler gelmiş, kimler gitmiştir bu trenlerle deyip yoluma devam ediyorum…

 

Sırada Meriç nehrinin kenarında çay içmek var… Çok dinlendirici… İsteyen mangalda pişmiş köfte de yiyebilir… Çayın arkasından Meriç nehrini köprünün üstünden yürüyerek geçiyorum… Bu köprünün adı geçtiğimiz nehirden geliyor… Meriç köprüsü… Yaklaşık 250 metre uzunluğunda… Köprünün ortasında sevimli bir dinlenme yeri var… Orada durup, etrafın fotoğrafını çekiyorum…

 

Bu güzel günün sonunda eskiden kervanların İstanbul’a gittiği yolu takip ederek şehirden uzaklaşıyorum… Bir kervanda yolculuk ettiğimi düşünerek, yavaşça gözlerimi kapatıyorum… Ve gözümü açtığımda kendimi İstanbul’a varmış buluyorum… Edirne’ye ne yapın edin yolunuzu düşürün derim…

 

Sağlıcakla,

 

Bir İspanyol klasiği: Paella (Deniz mahsüllü pilav)

Malzemeler,
300 gram kalamar
300 gram midye
300 gram karides
2 su bardağı pirinç
1 çay bardağı zeytinyağı
4 diş sarımsak
1 tatlı kaşığı safran
1 su bardağı sirke
Damak tadınıza göre tuz
Su
Hazırlanışı,
Pirinci bol suyla yıkayın.
Derin bir kaba alıp üzerini geçecek kadar ılık su ekleyip 10 dakika bekletin.
Sürenin sonunda pirincin suyunu iyice süzün
Orta boy tencereyi suyla doldurup içine sirkeyi ilave edin.
Yüksek ateşte suyu kaynamaya bırakın.
Kalamar, karides ve midye içlerini bol suyla yıkayın.
Kaynayan sirkeli suya yıkadığınız kalamar, karides ve midye içlerini ekleyin.
5 dakika haşlayın.
Haşlanan deniz ürünlerini süzün.
Sarımsağın kabuklarını soyup doğrayın.
Safranı bir miktar suyun içinde eritin.
Pilav tenceresine zeytinyağını alıp kızdırın.
Deniz mahsullerini tencereye ekleyip kavurmaya devam edin.
Sarımsak, pirinç, tuz, safranı ilave edip karıştırarak kavurmaya devam edin.
Tencereye 4 su bardağı ılık su ekleyip tencerenin kapağını kapatın.
Su kaynayana kadar yüksek ateşte; kaynadıktan sonra kısık ateşte pişirin.
Paella suyunu iyice çektikten sonra demlenmesi için bekletin.
Sıcak olarak servis yapın.
Afiyet olsun.