8 Eylül 2011

Nallıhan'ın dağı da oyası da rengarenk...

[slideshow]

Beypazarı gezimiz olanca hızıyla devam ederken yemeğe gitmeden önce iki katlı evlerin içinde biraz daha yürüyoruz. Rehberimiz zamanında ev halkı alt katta otururmuş ikinci katın inşasına da başlanır ama bitirilmezmiş niye diye soruyor? Hepimiz birbirimize dönüp bakıyoruz ama bilen yok…

Rehber cevap veriyor… Azrail geldiği zaman bizim bu dünyada yapacak daha işimiz var şimdi git sonra gel demek içinmiş… Bu cevap işe yarar mı bilinmez ama ben epey gülüyorum… Şaka bir yana alt katta aile büyükleri, üst katta da evlenince çocukların oturması adettenmiş. O yüzden her aile mutlaka bir üst kat çıkarmış…

Bu tatlı sohbet devam ederken öğle yemeğini yiyeceğimiz yere geliyoruz… Burası dere kenarında, çimen üstünde açık hava şirin bir tesis… Çok aç değilim ama yaprak sarmaya zaafım olduğundan bir porsiyon söylüyorum… Çok da lezzetli geliyor…

Bu arada bu yörenin düğün adetleri anlatılmaya başlanıyor… Düğüne bütün yöre halkı davet edilirmiş. Gelin ‘bürgü’ adı verilen başından beline kadar uzanan bir başörtüsü takarmış. Kendi ailesi yeşil bürgü verirmiş. Gerçi diğer zamanlarda da takılırmış bürgü… Genç kadınlar gösterişli ve açık renkli bürgüler takarken yaşı ilerleyen kadınlar daha koyu ve az gösterişli bürgüler takarmış… Bürgü adı bürünmekten gelirmiş…

Bu arada çalgıcılar masanın yanına yerleşiyorlar… Yemeğimizi yiyip kendimizi çimlerin üstüne atıp oynamaya başlıyoruz… Öyle eğleniyoruz ki, biraz da bahşiş verip masamızda kalış sürelerini arttırmaya çalışıyoruz… Ter içinde kalana kadar oynuyoruz da oynuyoruz…

Turun devam vakti geliyor, sırada Nallıhan kuş cenneti var… Nallıhan tam bir doğa harikası bir yer… Dağın rengi kat kat değişiyor… Yeşil, kırmızı, kahverengi, arkadan tekrar yeşil, yine kırmızı kat kat rengarenk bir dağ… Hayranlık içinde bakıyorum… Poz poz fotoğraf çekiyorum…

Burada yüz yetmişten fazla kuş çeşidi olduğunu öğreniyoruz… Durduğumuz yerden kuşların cinsini ayırt etmek mümkün değil ama manzara beni yerime çivilemiş durumda… Otobüse binip gitmeye başlıyoruz ben hala bu muazzam görüntünün fotoğrafını çekme telaşındayım… Burayı mutlaka ama mutlaka görmeniz gerekiyor…

Sonra çok şirin bir kasaba olan Nallıhan’a ulaşıyoruz… Buranın el sanatları teşhir evine giriyoruz… İpekten yapılmış birbirinden güzel oyalar bizi selamlıyor… Küpeler, bilezikler, yüzükler hepsi enfes… Takılarla pek işim olmadığı halde mor bir bileklik alıyorum… Takmak için değil sadece seyretmelik… Bu arada her oyma motifinin bir anlamı olduğunu anlatıyor Yıldız Hanım bizlere… Mesela üzüm oyası ömür boyu tatlılığı simgelermiş… Gelinle kayınvalide iyi anlaşsın diye geline hediye edilirmiş…

Arkasından parka giriyoruz… Bu park Hoşebe adında dargınları barıştıran çok sevilen bir kadına anısına yapılmış… O yüzden diyor rehber dargınsanız barışın… Hoşebe’nin hatırına barışın… Buradaysanız vardır bir sebebi diyor… Bilmem belki de denemeye değer… Sizde bu satırları okuduğunuza göre Hoşebe hatırına barışın dargın olduklarınızla…

Parkın her yeri ardıç ağaçlarıyla süslenmiş… Süper gözüküyor ardıç ağaçları… Bu parkta yemek yeme imkanı da var. Ardıç ağacının meyvesini köfteye karıştırıyorlarmış. Fakat o kadar tokuz ki maalesef deniyemiyoruz… Nallıhan’a bir kere daha gelmek şart oldu… Yörede şelaleler var, barajda tekneyle gezme imkanı var fakat bizim vaktimiz yok…

Son durağımız Tabduk Emre Türbesi… Kendisi Yunus Emre’nin hocası…Her yerde Yunus Emre’den dörtlükler var… Çevrede huzurlu bir sessizlik var…Kalbimizi okşayan sevgi dolu, hoşgörü dolu dörtlüklerle gezimizi bitiriyoruz…

Sağlıcakla,

Not: Yunus Emre’nin en sevdiğim dizelerinden olan

Sevelim…

Sevilelim…

Bu dünya kimseye kalmaz’ı da yazının sonuna eklemeden duramadım…

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder