3 Ekim 2011

Ruhsal Arayışlarımın Peşinde Konya'da...

[slideshow]

Bundan dört - beş sene önce kişisel gelişim konularına ilgi duymaya başladım… Çeşitli kitaplar okudum, arkasından da kurslara gittim… Bir süre yoga yaptım… Ömer Hayyam’ın, Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın dizeleriyle iç içe oldum… Ama en çok Hz. Mevlana’nın satırları beni etkiledi… Beni içine çekti…

Geçen aralık ayında içimi kaplayan Konya’ya gitmeliyim, Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) törenlerine katılmalıyım hissine önce bir süre direndim… Fakat bu his giderek artınca dayanamadım ve oraya nasıl giderim, nerede kalırım araştırmalarına başladım. Bu arada, yavaş yavaş Şeb-i Arus törenlerinin son günlerine yaklaştığı için otellerde yer kalmadığını öğrendim… “İyi” dedim kendi kendime, “yer yok demek ki kısmet değilmiş”… Fakat içimdeki törenlere gitme isteği öyle dayanılmaz ki ne yaptığımı anlamadan küçük bir sırt çantası yapıp Konya otobüsüne binmiş buldum kendimi…

Konya otobüsünde şöyle diyorum “en azından törenleri seyrederim, gece yarısı otobüsüne binip tekrar İstanbul’a geri dönerim”… Biraz uykusuz, biraz gergin geçen bir otobüs yolculuğunun arkasından Konya’ya varıyoruz. Tabi mevsimlerden Aralık. Dışarısı buz gibi ve hafif kar yağıyor… Ben zaten soğuğu hiç sevmeyen biri olarak otobüsten iner inmez soğuğun da etkisiyle hafif bir panik duygusuna kapılıyorum… Konya’yı bilmiyorum… Konya’da kimseyi tanımıyorum… Hava buz gibi… İçimdeki dayanılmaz sesle buralara kadar gelmişim… “Şimdi ne olacak?” diyorum… Derin derin nefis alıyorum… “Buralara kadar gelmişim bari bi kaç otele sorayım yer var mı” diyorum… Üç-dört otelden
de maalesef hiç yerimiz kalmadı cevabını aldıktan sonra yolda öylece kala kalıyorum…

Hadi Anette diyorum çalıştır kafanı… Madem diyorum Hz. Mevlana için böyle dayanılmaz istekle buralara kadar geldin bana yardım edeceğine inanıyorum diyorum… Sen en iyisi Hazreti Mevlana Kültür Merkezine git hem törenler için biletini al hem tanıdıkları bir yer var mı diye sor… Yoksa gece yarısı otobüsüyle dönersin… Ama içimden hiç dönmek de gelmiyor… Öyle ürkek ürkek kafamda binbir olasılıkla kültür merkezine gidiyorum… Beni orada çok iyi karşılıyorlar, akşam gösteri için bilet istediğimi ve aynı zamanda kalacak bir otele ihtiyacım olduğunu söylüyorum… Buraya yer ayarlamadan böyle tek başıma gelmeme çok şaşırıyorlar, bana bir çay ısmarlayıp bakalım ne yapabiliriz diyip beni bekletiyorlar… Sağ olsunlar küçük ama temiz bir otelde yer buluyorlar, ben o zaman iki gece kalayım diyorum… Sanki törenlere bir kere gitmek yetmeyecek
gibi hissediyorum diyorum onlar da olur diyorlar… O akşama biletimi de buluyorum ama ertesi güne şimdilik bilet olmadığını söylüyorlar, olsun diyorum…
Otel bulmuşum, bir gecelik de olsa bilet bulmuşum… Havalara uçuyorum ve hemen onların yanından ayrılıp otelime yerleşiyorum…

Arkasından Hazreti Mevlana türbesine gitmek üzere yola koyuluyorum, ama hava çok soğuk yerim de biraz uzak olduğundan taksiye binmeyi tercih ediyorum… Taksi şoförü yetmişlerinde tonton bir dede… Nereye gideceğimi söyledikten sonra dede bana bakıyor kızım diyor bak diyor ben sana yol yordam öğreteyim diyor… Önce Hazreti Mevlana’nın hayatında önemli olan şahısları ziyaret etmelisin diyor… Peki diyorum… Sen beni o sırayla gezdirir misin diyorum… Tabi diyor, ben doğma büyüme buralıyım… Sen çok doğru taksiye bindin… Ben sana rehberlik de yapıcam, hikayelerini de anlatıcam diyor… Ben kulaklarıma inanamaz bir halde mutlu mesut iyice kuruluyorum arka koltuğa…

Önce bakkaldan yağ ve tuz aldırıyor bana dede… Şimdi diyor Ateş-baz-ı Veli türbesine gidiyoruz diyor… Zamanında Mevlevi dergahında aşçıymış… Aşçılık makamı pek önemli bir makammış. Zamanında Hz. Mevlana’nın dergahına koca bir kervan geliyor fakat aşçı paniğe kapılıyor çünkü mutfakta bir avuç tuz ve bir avuç pirinçten başka bir şey yokmuş… Panik içinde Hz. Mezlana’ya koşmuş aşçı Efendim ne yapıcam diye… O da sen o pirincin bir çuval olmasına niyet et cevabıyla çaresiz mutfağına ger dönmüş… Atmış ocağa pirinci, tuzu, suyu ister misin pirinç  o niyetle günlerce kervanın karnını doyursun… Arttıkça artsın… Fakat günlerce pişen kazana bu sefer odun dayanmamış yine Efendimizin yanına koşmuş aşçımız bu sefer de odunumuz bitiyor ne yapayım demiş. O da bacaklarını koy demiş… Aşçı yine çaresiz mutfağa dönmüş koymuş bacaklarını ateşin altına bir güzel pişirmiş yemekleri. Tam işi bitmiş çekerken ayaklarını içine korku düşmüş. Ya bişey olursa demeye kalmadan sağ ayağının başparmağını yakmış… Sonra da Hz.
Mevlana’nın karşısına utanarak geçerken sol ayağını sağ ayağının üstüne koymuş öyle selam durmuş… Dervişlerin duruşu da buradan gelirmiş… Benim “şoför-dede”
ballandıra ballandıra hikayeyi anlatırken türbeye geliyoruz… Tuzumu, yağımı türbeye bırakıp huşu dolu dakikalar geçiriyorum içerde… Fakat dedeyi de fazla
bekletmek istemediğimden biraz aceleyle içeriden çıkıp ikinci durağımıza doğru yola koyuluyoruz.

İkinci durak Cemel Ali Sultan türbesiymiş… Kendisi çok çok uzun boylu bir zatmış… Hz. Mevlana’yı yedi yaşında eğlendirmek için sırtında taşıdığından deve yani Cemel lakabını almış… Orayı da büyük bir saygıyla geziyorum... Bu arada Konya sokaklarında oradan oraya giderken köprülerde, duvarlarda Hz. Mevlana’dan şiirler, özlü sözler yazıldığını görüyorum… İnsan sürekli böyle güzel sözler okusa, sanki ruhuna huzur gelecekmiş gibi hissediyorum…

Bizim dede beni koştur koştur Tavus Baba türbesine götürüyor. Bu arada da hikayeye başlıyor… Aslında Tavus Baba zamanın çok güzel, biraz da hafifmeşrep hatunlarından biriymiş… Bir gün pazarda Hz. Mevlana’yı görüp akşam evine davet etmiş. Bunu duyan esnaf dehşete kapılmış… Neyse Hatun bütün gün evi hazırlamış, kendisini hazırlamış… Akşam duadan sonra Hz. Mevlana evin kapısını çalmış ve evin içine sağ ayağıyla bir adım atmış… Bakmış hatunun yüzüne “yeter mi hatun” demiş “yoksa bir adım daha atayım mı”… Tavus Hatunun kalbi heyecandan, saygıdan, sevgiden çıkacak gibi olmuş… “Yeter Efendim” demiş ve o günden sonra kendini Mevlana’nın yoluna adamış…

Burayı da gezdikten sonra sıra Hz Mevlana’nın gönül dostu Şems’in türbesini ziyarete gidiyoruz… Fakat ben iyice sabırsızlanıyorum çünkü hala Hz. Mevlana’nın türbesine varamamışım… İçim içimi yiyor. Bizim dede gene sazı eline alıyor anlatmaya başlıyor… Hz. Şems’e aynı zamanda Şems-i Perende yani uçan Şems de derlermiş… Bir görünüp bir kaybolduğu için ona bu ismi vermişler… Şems zamanında bir işaret üzerine Hz. Mevlana’yı arayıp bulmuş ve onunla üç - üç buçuk yıl süren beraberliği neticesinde Onun hayatında yeni ufukların açılmasına vesile olmuş.

Burayı da ziyaretimi gerçekleştirdikten sonra sıra Hazreti Mevlana türbesine gitmeye geliyor… Artık bizim “şoför-dedeyi” biraz dinliyorum biraz dinlemiyorum… İçim gönlüm dizlerim titriyor… Gönüllerin sultanı Hz. Mevlana… Dışımızdaki dünyadan kendimizi kurtarıp, içimizdeki dünyaya bakma cesaretini bulabilirsek, kendi ruhumuzda neler olduğunu araştırmak istersek, kendimizi bulmak ve tanımak istersek rehberliğine sığınabileceğimiz Hz. Mevlana… Neyse türbenin kapısının önünde iniyorum, dedeye çok teşekkür ediyorum… Beni güzel sözleriyle türbeye uğurluyor…

İçerisi mahşer yeri kalabalığı görüntüsünde… Fakat çıt çıkmıyor… Çok büyük bir sevgi sizi kucaklamış gibi hissediyorsunuz. Kalbim deli gibi atıyor… Oraya gidenler mutlaka beni anlayacaklardır… O kuvvetli enerjiyi anlatmak mümkün değil… Sihirli bir yer orası… Hz. Mevlana’nın tam karşısındayım… Herkes dualar okuyor bense sebepsiz ağlamaya başlıyorum… Uzun süre oradan ayrılamıyorum ve bolca ağlıyorum… Sonra içim temizlenmiş, ruhum arınmış olarak oradan çıkıyorum… Konya sokaklarında uzun uzun yürüyorum… Bu ruhsal yolculuğumun ikinci bölümü bir sonraki yazımda…

Sağlıcakla,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder