10 Haziran 2012

Toledo! Tam bir Ortaçağ Kenti…

Okuduğum tavsiyelere dayanarak Madrid’de yapmak istediklerimi bir sonraki güne erteleyip günü birlik Toledo’ya gitmeye karar verdim. Bunun üzerine sabahın erken saatlerinde tren garına gittim ve 16€’ya gidiş-dönüş bileti alıp trene atladım. Bir buçuk saat sonra Toledo’daydım.

Toledo yüksek bir tepeye kurulmuş, Tagus nehriyle çevrelenmiş, Unesco dünya koruma listesinde olan bir kent. Zamanında Romalılar, Vizigotlar, Emeviler, Fransızlar, Yahudiler gibi birçok millete de ev sahipliği yapmış. Benim defalarca okuduğum Don Quixote kitabının yazarı Cervantes de burada doğmuş. Yani kentin cazibesi çok yüksek…

Kentin sokaklarında dolaşmaya başlayınca niye koruma listesini alındığını rahatça anlayabiliyorsunuz çünkü kent ortaçağ halinden hiç ayrılmamış ki. Daracık sokaklar, tuğla evler, kiliseler, her yerde kılıç ve zırh satan dükkanların arasında yürürken zaman makinesine binip de ortaçağa gelmiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Gezilecek yerler listeme hızlıca bakıp önce katedrali gezmeye karar veriyorum.

Zaten katedralin kentin her yerinden görülen 90 metrelik kulesi size uzaktan göz kırpıyor ve “hadi gel benden başla” diyor. Tabi ki bende çağrıya uyuyorum. Katedrale yaklaştıkça da giderek büyüleniyorum. Katedralin yapımına 1223 yılında başlanmış ve 1496 yılında bitirilmiş. İsyanya’nın kardinali bu katedralde yaşadığı için ülkedeki tüm dini yerlerden hiyerarşik olarak daha üstün sayılıyor.

Neyse size biraz da katedrali anlatayım. Katedralin ön cephesinde üç tane kapı var. Ortada bulunan kapı “bağışlanma” kapısı. Bu kapıdan giren ve bağışlanmayı dileyen insanlar doğruca günah çıkarma kabinlerine yöneliyorlar. Sol taraftaki kapı “kıyamet” kapısı sağ taraftaki kapı ise “İsa’nın son yargısının” kapısı olarak biliniyor. Kapıların ihtişamı karşısında  büyülendikten sonra içeriye giriyorum ki içerinin ihtişamı öyle böyle değil. Her taraf altın işlemelerle dolu. Hazine bölümünü, koro bölümünü, şapeli ve diğer bölümleri yavaş yavaş geziyorum. Gerçekten buralara kadar gelmeme değdi diye düşünüyorum.

[slideshow]

Arkasından tüm şehrin çevresini dolaşan bir saatlik tren turuna katılıyorum ve Toledo’ya o an aşık oluyorum. Tepenin üstündeki asil görüntüsü, nehrin kenarlardan kıvrıla kıvrıla akması, kiliseleri, yeşillikleri, köprüleri, kale ve surlarıyla öyle sakin öyle dingin duruyor ki. Boşuna buraya İspanya’nın tüm kentlerini aydınlatan ışığı dememişler. Kent gerçekten etrafa huzur saçıyor.

Dolaşmak istediğim bir kilise daha var. Sonra kendimi dar sokaklara, dükkanlara ve kafelere bırakmak istiyorum. Gideceğim kilise ‘’Iglesia de Santo Tomo’’ kilisesi. Aslında buraya gitmek istememin sebebi kilisenin içinde dönemin meşhur ressamlarından El Greco’ya ait bir eser olması. Eserin adı: Orgaz Kontunun Cenaze Töreni. Efsaneye göre Orgaz kontu dönemin en hayırsever insanlarından biriymiş ve ölünce tüm halk çok üzülmüş. Yapılan cenaze töreninde ise iki tane aziz görülmüş ve bu azizler kontun naaşını kendi elleriyle mezara yerleştirmişler. İşte tabloda bu cenaze töreni resmediliyor. Tabi daha çok detay var ama onları anlatıp sizi sıkmak istemiyorum.

Karnım zil çaldığından kent merkezinde hoşuma giden bir restorana oturuyorum. Günün menüsünde boğa kuyruğu olduğunu görünce de içim bir tuhaf oluyor. Garsona pizza ısmarlayacakken garson beni kafaya alıyor, allem ediyor kallem ediyor nihayetinde bana boğa kuyruğunu getiriveriyor. Korka korka ucundan acık tadıyorum ve gerçekten lezzetli olduğunu görüyorum. Bizim yahniye benzeyen bir tadı var. Buralara gelirseniz mutlaka denemenizi tavsiye ederim.

Arkasından hediyelik eşya dükkanlarına yöneliyorum. Buranın çeliği dünyaca ünlüymüş. Nehrin sularındaki bir maddenin çeliği kaliteli yaptığına inanıyorlarmış. Hatta amerikan film endüstrisi ortaçağda geçen filmleri için tüm kılıç ve zırhları buradan alıyormuş. Ben hepsini inceledim ama açıkçası bir şey almadan çıktım. Aman evde kılıcı ne yapayım ben. Onun yerine yöreye özgü Machego peyniri ve Masapan tatlısı alıp sırt çantamı yerleştiriyorum

Ve en sonunda kentin içinde amaçsızca yürümeye başlıyorum. Bazen sığamadığım dar sokaklar buluyorum, bazılarından anca geçiyorum. Kimi yerde balkonları çiçeklerle vazolarla nasıl süslediklerine uzun uzun bakıyorum. Yani ne bileyim ben buradan çok etkileniyorum. Haa birde köprünün üstünde yürüyorum, vaktim olmadığından Alcazar kalesinin uzaktan poz poz fotoğraflarını çekiyorum ve dönüş trenine anca yetişiyorum.

Madrid’de kalan son birkaç günümü bol bol yiyerek ve dükkanları dolaşarak geçiriyorum. Diğer görmediğim iki büyük müzeye gidiyorum. Don Quixote ve Kibele bereket tanrıçasının olduğu meydanlarda bol bol fotoğraf çektiriyorum.

Durun size yemek yediğim yerlerden de biraz bahsedeyim çünkü çok memmun kaldım. Birincisi Cava Baja diye bilinen tapasçılar sokağı. Valla nereye girseniz fark etmiyor hepsi müthiş gözüküyor. İkincisi Plaza del İsabell meydanında (burası zaten gençlerin buluşma noktası) Cafe La Travita. Üçüncüsü yerel insanların daha çok bulunduğu Salamanca bölgesinde gözünüze kestirdiğiniz bir lokanta ve dördüncüsü Chocoloteria San Gines adlı bir çikolatacı. İçerisi de dışarısı da her daim tıklım tıklım.

Yani anlayacağınız gezdiğim, gördüğüm, yediğim, içtiğim her şeyi sizlerle paylaştım. Ne diyelim Allahın izniyle darısı diğer gezilerin başına.

Sağlıcakla,

1 yorum:

  1. Benide yanında götürürmüsün? Sana asistanlık yaparım.

    YanıtlaSil