2 Kasım 2011

İznik'in tekerlemesi:Kör demirci, kel bakırcı, deli çinici…

[slideshow]

Geçen mayıs baharın ilk kıpırtılarıyla kendimi İznik’e attım… Bir yere gitmenin nasıl bir zamanı varsa sanırım bir yeri yazmanın da zamanı oluyor… Gezinin ardından niyetim hemen yazmaktı ama ancak şimdiye nasip oldu…İznik’e varmadan önce birkaç köyü gezmek istiyorum… Rastgele önüme çıkan bir köye giriyorum… İki katlı köy evlerinin yanında yürüyorum… Evin bahçesinde oturmuş nineler ve amcalarla sohbet ediyorum… Dere kenarına iniyorum… Eşeğiyle odun taşıyan çocuğa gülümsüyorum… Oradan diğer köye geçiyorum… Ağaçlar yeni yeni çiçek açmaya başlamış…  Yemyeşil otların üstü ise rengarenk çiçeklerle dolu… Ben kendimden geçmişim İzniği falan unutmuşum doğanın içinde… Neredeyse öğlen olacak… İstemeden çimlerin üzerinden kalkıp yola devam ediyorum…

İstanbul kapısından giriyorum bu güzel yere… İstanbul kapısının üzerinde ağzı açık, gözleri oyuk, ürkütücü bir maske-taş oyması var… O zamanki inanışa göre bu maskenin şehri kötü ruhlardan koruyacağına inanılırmış… Surlardan başlıyorum yürümeye… Surların yapımında üç sıra taş üç sıra tuğla tekniği kullanılmış… Güçlensin diye de eski roma tiyatrosundan taşlar da araya yerleştirilmiş… Ben sur boyu yürüyorum ama biraz bakımsız kalmış burası… Yuvarlak bir kapının altından geçmemle arı vızıltıları duymam
bir oluyor… Etrafa dikkatli bakınca yuvası dağılmış arıların etrafta uçuştuklarını fark ediyorum… Tam hız geri geri koşuyorum… Çok ciddi değil ama arı sokmasına alerjim var… Alerji iğnesi yemeden şiş inmiyor… Neyse kazasız atlatıyorum bu durumu…

Hem acıktığımı fark ediyorum hem de biraz soluklanmak için göl kenarına gidiyorum… İznik gölü Türkiye’nin beşinci büyük gölüymüş… Etrafında biraz turluyorum… Mitolojiye göre bolluk, bereket ve toprak tanrısı olan “dionizosun” yıkandığı yer burası… Gerçekten de göl çok bereketliymiş… Bir sürü ağaç ve kuş çeşidi beraber yaşayıp gidiyorlarmış burada… Ben özellikle sazlıkları ve salkım salkım duran söğüt ağaçlarını çok seviyorum… Sazlıkların arasında küçük küçük renkli sandallar var… Hem sazlıkların arasındaki duruşları hem de suya yansımaları harika gözüküyor… Göl kenarındaki lokantalardan birine gidip oturuyorum… Bu yörenin favorilerinden olan yayın balığını söylüyorum… Yayın balığını tava yapıyorlar ve tadı enfes… Üstüne de yöre tatlısı köpük helvası yiyip gücümü topluyorum…

Bundan sonraki hedefim Çiniciler Çarşısı… Zaten el emeği göz nuru olan sanatlara zaafım vardır… Çini eserlere bayılırım… Heyecanla çarşıya gidiyorum… Çarşıda yan yana bir sürü dükkan var… Kolyeler, tabaklar, fincanlar, bardaklar, sürahiler, vazoların içinde kayboluyorum… Dükkanların birinin üzerinde “Kör demirci, kel bakırcı, deli çinici…” yazıyor... Direk içeri girip ne demek olduğunu soruyorum… Bu eski bir sözmüş… Demirci, kor hâlindeki metale balyoz darbeleriyle şekil vermeye uğraşırken, örsten sıçrayan kızgın bir çapakla kör olurmuş. Kapları asitle temizlediği için, bakırcının saçları dökülür kel kalırmış. Çiniciye gelince… Uzun emekler sonucu hazırladığı çiniyi, 1000 derecelik fırına koyar, çatlamadan, bozulmadan çıkmasını beklermiş. Hatasız bir çini için aynı işi yüzlerce kez yaptığından etrafındakiler “deli çinici” deyip geçerlermiş. Çinicinin adı böylece “deli”ye çıkmış.“Kör demirci, kel bakırcı, deli çinici ‘’ diye diye dükkandan çıkıyorum…

Arkasından İznik Vakfına gidiyorum… Çiniciliğe yeniden can veren bu vakıfmış… Çinilerin, mavisi, laciverti, kırmızısı bir yandan, laleyle, karanfille, elma ağaçlarıyla, kuşlarla, üzüm salkımlarıyla süslenmiş deseni bir yandan aklımı başımdan alıyor… Her tabağın, her parçanın ayrı ayrı fotoğrafını çekmeye başlıyorum… Küçük kırmızı vazo çok hoşuma gidiyor… Bu parça evin girişine konurmuş… Eve giren ona bakar bakışında da nazar varsa vazoya gidermiş… Böylece eve nazar gelmezmiş… Ben bir kahve fincanı takımı alıp
çıkıyorum dükkandan… Bitkisel süslemeler İznik çiniciliğin buluşuymuş… Ne yazık ki 17. yüzyılın başlarında kullanılan ‘’parlak mercan kırmızısı’’ daha sonra ortadan kaybolmuş…

Sıra Ayasofya Müzesi’nde… Ayasofya müzesi bölgede yapılan kazılardan çıkarılan parçalarla donatılmış… Surlarla çevrili kentin dört kapısından gelen yolların kesiştiği yer de yani kentin tam ortasındaymış… Burayı gezdikten sonra Roma Tiyatrosunu gidiyorum. Önce arenaya iniyorum… Zamanında yapılan dövüşleri, ölümleri düşününce yukarılara basamaklara kaçıyorum… En tepeye kadar çıkıyorum… Boydan boya geziyorum burayı… Biraz bakımsız olduğu için çimlerin, çöplerin arasında yürüyorum…

Arkasından dönüş yoluna çıkıyorum… Yolda karşılıklı sıralanmış zeytin ve zeytinyağı satıcılarını görüyorum… Bir kavanozda zeytin alıp eski kervan yolları üzerinden İstanbul’a
dönüyorum…

Sağlıcakla,

2 yorum: