10 Aralık 2011

Bear’dan ‘Bern’e

[slideshow]

8 Kasım 2011

İsviçre’nin başkenti Bern 140 bin nüfusuyla Avrupa’nın en küçük başkentlerinden biri. Aare Nehri kıyısına kurulmuş kent derli toplu yapısıyla, üç dört katlı binaların pencerelerinden sarkan çiçekleriyle beni hemen kendisine çekmeyi başarıyor… 

İlk olarak şehrin simgesi olan Saat Kulesi’ne gitmek istiyorum. Saat başlarına beş dakika kala gösteri başladığı için adımlarımı sıklaştırıyorum. Ve gösteri başlamadan yetiştim. Saat Kulesi’nin  görüntüsü çok güzel. Ben üstünde neler var diye diye çözmeye çalışırken önce soytarı çanı çalmaya başlıyor, ardından ayılar dönmeye başlıyor, sonra horoz ötüyor, en arkasından da ‘Zaman Baba’ kum saatini döndürüyor. Zaman hızla akmaya devam ediyor. Ayy bu gösteriyi tekrar görmem lazım bir kere yetmiyor. Saatin üzerinde şu an hangi burçta olduğumuzu gösteren işaretleri inceliyorum. Akrep’te olduğumuzu gösteriyor. Sekiz Kasım günü hangi burç diye elimdeki gazeteye bakıyorum doğru Akrep burcu. 16. yüzyılda yapılan bu saat hem tıkır tıkır işliyor hem de burçlar dahil her şeyi gösteriyor. İsviçre’nin saat konusunda tüm dünyada tanınmasına şaşmamak gerektiğini düşünüyorum.

Dümdüz yürümeye devam ettim. Bir yandan kırmızı tramvaylar geçiyor, diğer yandan pencereden kırmızı çiçekler sarkıyor. Öyle hoş bir kare ortaya çıkıyor ki hemen fotoğrafını çektim. Sık yapılmış çeşmeler çok hoş gözüküyor. Bazı binaların üzerinde eskiden ait oldukları loncaları (meslek odaları) gösteren heykeller var. Sevimli bir maymunun elinde metre var. Buranın terzi loncasına ait olduğunu anladım. Bir diğerinde aslan elinde baltayla duruyor. Bu ne olabilir ki diye düşünürken Albert Einstein’ın evinin önüne vardım. Meşhur ‘İzafiyet Teorisini’ burada yaşadığı zaman bulduğu söyleniyor. Müzeye dönüştürülmüş evi inceledim. Önüne de birkaç masa koymuşlar oturup bir kahve içtim. Bir şey bulmak için verilen mücadeleyi, vazgeçişleri, yeniden başlamaları ve sonunda gelen başarıyı düşünüyorum. Bilim adamı olmak, insanlığa faydalı olmak çok güzel bir his olmalı diye düşünüp yola devam ediyorum.

Sırada benim en çok görmek istediğim yerlerden biri olan ‘Ayı Hendeği’ var. 12. yüzyılda burada bir yerleşim yeri kurmaya karar veren dük, şehrin adının ne olacağını düşünür. Aynı zamanda avcılığa da meraklı olduğundan ava çıkar. Önüne çıkıp öldürdüğü ilk hayvanın adını bu şehre vermeye karar verir. Ve karşısına çıkan ayıyı öldürmesiyle şehrin adı ayı anlamına gelen ‘Bear’dan esinlenerek ‘Bern’ olarak konur.

O günden sonra da şehre ismini veren ayılara özel bir önem verilir. Her yerde ayı heykeli görebileceğiniz gibi ‘Ayı Hendeği’nde de canlı olarak üç - dört tanesini görebiliyorsunuz. Küçük bir köprünün üzerinden geçip tellerle koruma altına alınmış ayılara bakabiliyorsunuz. Ayılar için oradan oraya keyifle yürüyorlar demek isterdim ama tembelce yayılmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Yanımdaki turistler ellerindeki fıstıkları onlara attıklarında eğer ağızlarına gelirse yiyorlar gelmiyorsa dönüp bakmaya bile tenezzül etmiyorlar. En sonunda bir tanesi lütfen birkaç adım atıp yer değiştirip yine yayıldı. Uzaktan çok şeker gözükseler de yanlarına yaklaşmaya hayatta cesaret edemeyeceğim ayıların yanından uzaklaşıp önce köprüye arkadan caddeye varıyorum. Bu arada köprüden gözüken şehrin manzarası nefis. Ağaçlar baştan çıkarıcı bir şekilde rengarenk, bir yanda nehir akıyor, diğer yandan da üç dört katlı binaların şirin çatıları gözüküyor.

Uzun Kragness Caddesi’nin ortasından sola dönüp katedralin oraya çıktım. Katedral İsviçre’nin en büyük katedrallerinden biri. Çok heybetli bir görüntüsü var. Özellikle giriş kapısı üzerindeki ‘son yargı’ betimlemesi muazzam. Ölüm anında sevapları ve günahları tartılan insanlar bekleyiş içindeler. Cehenneme gidecek olan 234 ruh dehşet içinde. Kırmızı alevlerle gösterilen cehennem rahatsız edici bir karanlıkla sarmalanmış. Diğer tarafta cennete gidecek olan 234 ruh beyaz kıyafetleri içinde huzurlu bir şekilde gözüküyor. Ölüm anında ne olacağı bilinmez ama bu görüntü gerçekten etkileyiciydi.

Buradan nehrin kenarına asansörle inebileceğiniz gibi kafelerin olduğu ana meydana da yürümeyi tercih edebilirsiniz. Ben karnım acıktığı için meydana doğru yürümeyi tercih ettim. Kafeler yan yana sıralanmış. Çok şirin gözüküyorlar. Ama içimden onlara girmek gelmiyor.

Burada Migros’un self - servis bir lokantası olduğunu duymuştum ona gitmeyi tercih ettim. Ülkemize Migros, İsviçrelilerin Koç şirketiyle yaptığı ortaklıkla girmişti. Sonra İsviçreliler ortaklıktan çekilip isim haklarını Koç’a satmışlardı (Gerçi sonra Koç’ta perakendecilik sektöründen çıkıp Migros’u başkasına sattı). Yani buradaki Migros’un bizim ülkedeki Migros’la hiçbir alakası yok. Ama sırf isim tanışıklığından dolayı bile olsa oraya gitmeyi tercih ettim. Self - servis lokanta tıklım tıklım. Yemekler güzel gözüküyor. Ama sıraya girmek istemiyorum. Tekrar sokağa çıkıp ne yiyeceğimi düşünürken Migros’un seyyar sosis arabasına gözüm ilişiyor. Burada üç çeşit dana sosisi yaptıklarını gördüm. Bir tanesi soğanlı, öbürü domatesli, bir diğeri de domatesli baharatlı. Sonuncusunu almayı tercih ettim. Taptaze bir baget ekmeğin içine koyup ketçaplayıp veriyorlar. Ayaküstü 5 Frank’a yediğim en güzel sosislerden birini yedim.

Yavaş yavaş otele doğru yürüdüm. Ertesi gün Zürich’e doğru gitmenin planlarını yapmaya başladım…

Sağlıcakla,

Yazı ve fotoğraflar: Anette Inselberg

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder