19 Ocak 2012

Barselona’da Paella Keyfi…

[slideshow]

Avrupa’da en sevdiğim şehirlerden biridir Barselona. Benim için yaşayan, nefes alan bir yerdir. Sokaklarında gezinirken, alışveriş yaparken, ya da bir kafede otururken hep bunu hissederim. “Aaa! Bu şehir canlı” derim… Belki bunda Gaudi’nin o renkli mozaikleri ve estetik balkonları ile şehre damgasını vuran mimarisinin de etkisi vardır. Barselona’ya en az bir hafta ayırmanızı tavsiye ederim. Evet artık şehirde benim gözümden gezinmeye başlayabiliriz…

Katalunya meydanından La Rambla’ya doğru yürüyüşe başladığınızda “font de canaleto” adlı küçük bir fıskiye var. Bir inanışa göre eğer bu fıskiyeye para atarsanız Barcelona’ya tekrar gelirsiniz. Ben daha önce buraya para atmıştım ve seneler sonra yine burdayım. Yani sistem işliyor gibi gözüküyor. Hemen cüzdanımdan bozuk para çıkarıp tekrar fıskiyeye attım bakalım ne olacak?

Arkasından şehrin ana damarı olan La Rambla’ya giriş yaptım. La Rambla kumlu dere yatağı demekmiş.14.yüzyıla kadar gerçekten de bu cadde bir dereymiş. Fakat yapılaşma arttıkça tabi ki dere falan kalmamış ve zaman içindeki şimdiki cıvıltılı hale dönüşmüş. La Rambla sağlı soğlu kafelerin, çiçekçilerin, hediyelik eşya dükkanlarının, sokak satıcılarının olduğu ve taa denize kadar uzanan iki kilometrelik bir cadde. Buraya hem gündüz hem gece gelmelisiniz. Özellikle caddenin ortalarından arka sokaklara doğru kıvrıldığınızda “Mercat dela Boquer” pazarı var ki görmeden dönmeyin derim. Tezgahlara dizilmiş çeşit çeşit meyveler, deniz ürünleri tam bir görsel şölen. Çiçekçiler, minik restoranlar, ayak üstü bir şeyler yiyebileceğiniz büfe görünümlü yerler tezgahların arasına serpiştirilmiş durumda. Değişik meyvelerde hazırlanmış paketlerden alıp bir yandan yürüyüp bir yandan da yemelisiniz. Burayı görmeye doyunca tekrar ana cadde olan La Rambla’ya çıkıyorum. Her daim kalabalık olan caddeyi sonuna kadar yani Kristof Kolomb heykeline kadar bir çırpıda yürüyorum.  Kristof Kolomb’un heykeli 60 metre yüksekliğinde, kocaman bir görüntüsü var. Kristof Kolomb heykelini Amerika’yı keşfetme macerasından döndüğü ilk varış noktasına dikmiş olmaları çok anlamlı geliyor.

Heykelden sola doğru kıvrılınca marina, akvaryum ve üç boyutlu sinemaların olduğu başka bir dünyaya adım atıyorum. Buradaki lokantalar daha şık ve pahalı. Dünyanın neresinde olursanız olun işin için deniz manzarası girince fiyatlar da paralel olarak artıyor. Akvaryumu daha önce gezdiğim için bu sefer girmek istemiyorum ama gezmeyenlere tavsiyem mutlaka gitmeleri yönünde. Marinadaki tekneleri seyrederken teknede yaşam nasıl olur diye merak etmekten kendimi alamıyorum. Mutlaka denemeliyim diye aklımın bir köşesine not ediyorum…

Limanın diğer yanına doğru yürüdüğünüz zaman ise La Barcelona plajını bulursunuz. Ama öyle küçük bir plaj falan sanmayın. Bayağı büyük ve uzun bir plaj. Mevsim uygun olduğu zaman çalışan insanlar öğlen tatillerinde denize girip, duşunu alıp, yemeğini yiyip işlerine öyle dönüyorlar. Tabi buralarda öğlen tatili bizdeki gibi bir saat değil. Dükkanlar 12.00 de kapanıyor ve saat 16.00’ya kadar açılmıyorlar. Siesta zamanı dedikleri bu uzun arada da herkes gönlüne göre takılıyor. Şehrin içinde uzanan bu kumluk plaj beni çok etkiliyor. Ayakkabılarımı çıkarıp uzun uzun yürüyorum. Sol tarafımda deniz, sağ tarafımda kafeler ve şehrin trafiği akıp gidiyor. Yapacak daha çok işim olduğunu hatırlayıp ayakkabılarımı giyip yola koyuluyorum.

Ve artık sırada meşhur “Sagrada Familia” kilisesi var. Bu kiliseyi ilk defa Alan Parson’s Project’in aynı ismi taşıyan parçasını dinlediğim zaman tanımıştım. O nağmeler, iniş çıkışlar taptaze hala aklımdadır. Parçaya adını veren yeri internetten araştırıp ‘bitmeyen kilise’ olarak adlandırıldığını ilk defa o zaman öğrenmiş ve ben mutlaka oraya gitmeliyim diye düşünmüştüm. Kilisenin yapımına 1883 yılında başlanmış ve Gaudi ölene kadar (1926) bu kiliseyi bitirmeye çalışmıştır. O zamanlar onca yılda kiliseyi bitirememesine bir anlam veremezken, şimdi ise o kulelerin muhteşemliğini, detaylarını, göğe doğru 100 metre uzamasını gördükçe “hayret nasıl oldu da bu kadarını bile bitirebilmiş” diye düşünür oldum. Halkın bağışlarıyla kulenin yapımı Gaudi’nin 100. ölüm yıldönümü olan 2026’ya yetiştirilmeye çalışılıyor. Ve günümüzün mimarları büyük ısrarlarla yarım kalmış bu muazzam eseri bitirmeye çalışıyorlar. Gaudi tarzında değil, kendi tarzlarında yapıyorlar bunu. Gaudi’nin özelliği doğada gördüğü oluşumları mimarisine yansıtmasıdır. Kilisenin karşısında durup, uzun süre o kuleleri (toplamda 18 tane olması hedefleniyor) seyrediyorum. Daha sonra asansörle kilisenin üstüne çıkıp Barselona’nın o müthiş manzarasını içime çekiyorum. Aşağı indiğimde kilisenin içine de giriyorum ama bence bu eserin güzelliği içi değil dışı. İçerde bir de Gaudi’nin doğadaki çiçeklerden, böceklerden, ağaçlardan nasıl etkilenip onları nasıl mimarisine taşıdığını gösteren küçük bir müze var. O müzeyi gezmenizi mutlaka tavsiye ederim…

Ve oradan Gaudi’nin bir başka yapıtı olan Casa Milla binasına gidiyorum. Bina dalgalıdır ve düz duvarı yok. Binanın dışındaki ferforje balkon korkulukları ağaç dal ve yaprakları görüntüsünde ve her biri diğerinden farklı. Gaudi’ye neden balkonları birbirinden farklı yaptın diye soranlara siz doğada hiçbir ağacı yaprağı aynı görüyor musunuz, hepsi birbirinden farklıdır cevabı hala zihnime kazalı. Doğru diyor çünkü… Her ağaç ve her dal  birbirinden bu kadar farklıyken niye onun eserlerinde her şeyin aynı olmasını bekleyelim ki?  Binanın diğer özelliği de çatısı. Çatısında toplam 12 adet Gaudi tarzı baca var ve oradan şehrin manzarası çok güzel.

Gaudi’nin Unesco tarafından dünya mirası listesine alınmış Park Guella’yasına da gitmek lazım. Burası şehrin biraz dışında, yani gitmesi biraz zahmetli ama gittiğiniz zaman buna dediğini anlayacaksınız. Kocaman bir bahçede yürüdükten sonra geniş bir alana geliyorsunuz. Alanın çevresi seramik mozaikten yapılmış banklarla süslenmiş. Her bankın kendine özgü bir rengi ve süslenişi var. “Aaa! Banklar ne güzel” deyip onlara koştuğunuz zaman ise aşağıda Hansel ve Gretel çizgi filminden çıkmış küçük şeker evleri görüyorsunuz. Ayy bu evde mutlaka yaşamalıyım diye düşünüyorsunuz. Evleri her açıdan çekmeye çalışırken banklar çok sonra aklınıza geliyor. Zamanında Gaudi bu evlerden birinde yaşamış ve çalışmaları buradan yönetmiş olduğu söyleniyor. Evlerin yukarıdan görüntüsüne doyup da aşağı onların yanına inip, çıkışa doğru yönelirken bir aaaaa nidası daha dudaklarınızdan dökülüyor. Meşhur Gaudi bukalemunu sizi karşılıyor. Rengarenk mozaiklerden yapılmış şeker mi şeker bir şey. Bukalemun herhalde 1.5 metre falan büyüklüğünde var. Üzerine çıkıp ya da yanında durup resim çektirebiliyorsunuz. Ama bu iş kolay sanmayın. İnanılmaz bir kuyruk var önünde. Sıramı bekleyip fotoğraf çektiriyorum ama etraf o kadar kalabalık ki bir türlü istediğim baş başa fotoğrafı elde edemiyorum. Neyse kısmet değilmiş diyip bu büyüleyici parkın çıkışına doğru yürümeye başlıyorum.

Burdan sonra sıra Mont Juic tepesine gitmekte. Tepe yaklaşık 200 metre yüksekliğinde ve müthiş bir manzarası var. Ayrıca tepede Mont Juic kalesi ve Pablo Espanyol köyü var. Ama tepede esas beni heyecanlandıran aşağıya teleferikle inecek olmam. Tepeye varıp manzarayı uzun uzun seyrediyorum. Diğer yerleri daha önceden gördüğüm için gitmiyorum zira benim aklım fikrim teleferik macerasında. Teleferikle sahile inmek yaklaşık 10 dakika sürüyor ve yerden 70 metre yükseklikte oluyorsunuz. Teleferik kabininde benden başka 10-15 kişi daha var. Yavaş yavaş yol almaya başlıyoruz. Oldum olası yükseği seven biriyim ama tedirgin olmadım desem yalan olur. 10 dakika hem heyecan, hem korku, hem manzaranı güzelliğine bakarak geçiverdi. Ve kendimi sahilde kurtlar gibi acıkmış olarak buldum.

La Rambla’ya geri dönüyorum. Artık gecenin karanlığı da çöktüğü için cadde iyice kalabalıklaştı. Burada zaten akşam yemekleri 22.00 gibi başlıyor. Beni çeken bir kafeye oturuyorum. Biliyorum, çok turistik bir yere oturduğumdan yemeklerin fazla lezzetli olmasını beklememeliyim ama çevrenin heyecanından mahrum kalmak istemiyorum. O yüzden ara sokaklara girme fikri aklıma geldiği gibi çabucak geri gidiyor. Adını safran katılmış pirincin pişirildiği demir tavadan alan klasik İspanyol pilavı olan deniz ürünlü “paellayı” söylüyorum. Yanına da yöreye özgü meyveli şarap kokteyli olan Sangria söyleyip keyfime bakıyorum. Çok mutlu hissediyorum kendimi. Ve yavaş yavaş yorgunluk çöktüğünden hesabı ödeyip, otelimin yolunu tutuyorum.

Sağlıcakla,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder