22 Şubat 2012

Granada’da El Hamra Sarayı



Artık zor da olsa Barselona’dan ayrılmam gerekiyor. Bu geziye çıkmamın esas sebebi olan Endülüs (İspanya’da yaklaşık 800 yıl süren Arap medeniyetine verilen isim) bölgesini gezmeye başlamalıyım diyerek Granada’ya uçuyorum. Granada içinden nehir geçen 300.000 nüfuslu sevimli bir kasaba.

Nereden gezmeye başlayayım derken iki katlı beyaz evlerin yan yana dizildiği görüntü çok hoşuma gidiyor ve oraya doğru yürüyorum. Albacian isimli bu tepe kasabanın ilk yerleşim alanıymış. Anlamı da ‘’atmaca’’ demekmiş. Uzaktan göründüğünden bile daha hoş olan daracık sokaklarda yürürken buranın Araplar’a ait olduğunu öğreniyorum.  Avlulardan gelen çiçeklerin kokuları arasında keyifle yürüyorum. Ve dönerci dükkanlarını görünce çok şaşırıyorum. Hemen bir tabureye ilişip çeyrek ekmeğe döner söylüyorum. Tadı damağımda kalıyor.

Arkasından çingenelerin yoğun yaşadığı Sacromente bölgesine geçiyorum. Burası flamenkonun merkezi olduğu için dans gösterisi yapılan bir yer aramaya başlıyorum. Zaten etraf bu tip gösterilerin yapıldığı “cueva”larla yani mağaralarla dolu olduğu için hiç zorlanmıyorum. Rastgele birine giriveriyorum. Mağaranın dekoruna bayılıyorum. İçerisi çok kalabalık ama şansıma yer buluyorum. Garsonlardan birisi hemen yanıma gelip çalmam için elime bir tef tutuşturuyor. Bir de ne içersiniz diye soruyor. Etrafımdakilere bakıyorum ve genelde “sangria” içildiğini görünce bir tane de ben söylüyorum. İçkim gelene kadar flamenko gösterisi de başlıyor. Gitarın o hüzünlü nağmeleri arasında, kadınlar figürlerini sergilemeye başlıyorlar. Kıyafetleri ve dansları öyle güzel ki. Gösterinin hiçbir anını kaçırmamak için gözlerimi bile kırpmak istemiyorum. Arkasından içli sesleriyle şarkı söyleyen kadınlar sahneye çıkıyor. İçimi bir ağlama isteği dolduruyor. İçimde yarattıkları yoğun duygu fırtınaları gösteri sonuna kadar bitmiyor ve oradan biraz sersemlemiş halde çıkıp otelime dönüyorum.

Sabah erkenden kalkıyorum çünkü bugün dört gözle beklediğim El Hamra sarayını gezicem. Ziyaretçi sayısı çok fazla olan bu sarayı gezmek istiyorsanız mutlaka önceden internetten randevu (http://www.servicaixa.com)almanızı öneririm. Yoksa kapıda kalmanız içten bile değil. Randevu saatime yetişmek için koşa koşa saraya yöneliyorum. Buranın ihtişamını gitmeden önce çok duymuştum ama içimden hep şöyle diyordum “ben çocukluğumdan beri defalarca Topkapı’yı, Dolmabahçe’yi gezmiş biriyim. Tamam, bu saray da güzeldir ama ne kadar etkilenebilirim ki”…

Fakat ne kadar yanıldığımı daha sarayın bahçesine girer girmez anlıyorum. Sanki 1001 gece masallarından çıkmış bir saray var karşımda… Yazlık ve kışlık bölümleri, aslanlı avlusu, havuzlu bahçesi ve diğer bölümleriyle muazzam bir yapı var. Ancak nefesimi en çok kesen kısım sarayın işlemeleri oluyor. Kapılar, duvarlar, tavanlar nasıl öyle ince ince işlenmiş, nasıl bir el emeği göz nuru var etrafta. O dönemim mimarları, işçileri bütün ruhlarını, gönüllerini, becerilerini o ince işlemelere akıtmış. İşlemelerin bazı yerlerine ise ‘’Allah’tan başka sahip yoktur’’ yazısını nakşetmişler. Sesim soluğum kesilerek geziyorum bütün sarayı.

Çıkışta kendime gelmek için biraz avlusunda oturuyorum. Rengarenk çiçeklerin nefis kokusunu içime çekiyorum. Arkasından hediyelik eşya dükkanına giriyorum. Kasaba coğrafi olarak nar şekline benzetildiği için etrafta bir sürü nar objesi var. Onlardan bir tanesini alıyorum. Bir de buralarda şans, bereket, para getirsin diye anahtarlığın ucuna at nalı ve kilit takıyorlarmış. Bir tane de öyle bir anahtarlık alıp, kasabanın merkezine yöneliyorum…

Sağlıcakla,

[slideshow]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder