1 Nisan 2012

İnanılmaz Hindistan… Bölüm 1

Hindistan’a gitme fikri ilk olarak aklıma yedi - sekiz sene önce düştü. Fakat bu “ahh çok kirli” söylemi yüzünden bir türlü gitmeye cesaret edemediğim bir yerdi. Ne olduysa oldu bu sene şubat ayında sanki Hindistan beni çağırmaya başladı. Bir yandan korkuyorum bir yandan da “bu ses de beni gitmeye ikna edemezse hiçbir şey ikna edemez” diye söyleniyorum kendi kendime. Tabi bu ülkeye sırt çantamı alıp tek başıma gitme cesaretim yok. O nedenle turlara bakıyorum. Sonunda bana uyan bir tarihteki tura yazılıveriyorum. Üstelik tura Hindistan’ın yanında Nepal de dahil. Yani yeme de yanında yat durumu ortaya çıkıyor…

Tur zamanı yaklaştıkça korkum sebebiyle yanıma aldıklarım şöyle özetlenebilir: Ayakkabı üzerine giyilecek galoşlar, elleri korumak için eldivenler, kokuya karşı maskeler, hastalık durumuna karşı antibiyotikler, ishal ilaçları, vitaminler, aç kalmaya karşı envai çeşit bisküviler ve kuru meyveler… Yani anlayacağınız bavulun yarısı bunlarla doluyor. Diğer yarısını da kıyafetlerle dolduruyorum ama oranın halkı yoksul olduğu için götürdüğüm kıyafetlerin büyük bir bölümünü de orada kafama göre dağıtma niyetindeyim…

Neyse çağrıldığım için bana orada bir şey olmayacağı güvencimle seyahat günü geliyor. Kolay bir yolculuktan sonra Delhi’ye iniyoruz. Öncelikle Delhi’de bizi kesif bir şekilde rahatsız edecek bir koku bekliyorum fakat yok. Emin olmak için hızlı hızlı nefes alıyorum ama gerçekten bir sorun yok. “Ohh iyi başladık” deyip cesaretleniyorum…

Bu yazıyı yazarken direk gezdiğim yerleri mi anlatsam yoksa önce Hindistan hakkında genel bilgi mi versem diye çok düşündüm. Nihayet; gezinin sonunda Hindistan’dan nasıl bir intibayla ayrıldığımı ve oranın yaşam şartlarını, insanlarını ve Tanrılarını anlatmadan geziye geçmenin doğru olmayacağına karar verdim. O yüzden şimdilik Delhi’yi bir tarafa bırakıp “İnanılmaz Hindistan’ı” anlatmaya geçiyorum…

Hindistan kalabalık ama gerçekten çok kalabalık bir ülke. Nüfusu 1.2 milyar ve 2050’lerde Çin’i geçmesi bekleniyor. Bu nüfusun % 80’i hindu, %13’ü müslüman, %2’isi sih ve diğerleri şeklinde devam ediyor. Ama bilinmesi gerekli en önemli şey burada hiçbir din azınlık olarak kabul edilmiyor. Her dinin bayramı hep beraber kutlanıyor. Ulusal dil Hintçe olmasına karşın 18 tane resmi dil var. Eski bir İngiliz sömürgesi olmasının etkisiyle her yerde İngilizce de konuşuluyor. O yüzden Hintlilerle anlaşma konusunda bir sıkıntı çekmiyorsunuz.

Para birimi nedir derseniz? Rupi… Tabi tl’den direkt rupiye geçemiyorsunuz. Ya dolar ya euro üzerinden geçmek gerekiyor. Ben yanımda dolar götürdüğümden bütün hesaplarımı dolar cinsinden yaptım. 1 $= 50 Rupi gibi bir denklem var. Ama orası gerçekten bizim için ucuz bir ülke. Parayı harcıyor harcıyorsunuz ve bitmiyor…

Bir de gitmeden önce Gandi filmini seyretmenizi tavsiye ederim. Hoş ben döndükten sonra seyrettim ama olsun. Bence bir fırsat bulup mutlaka seyredin. İngilizlere karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesi ve Gandi’nin fikirlerini ve ruhunu görmek hakikaten etkileyici oluyor…

Gelelim Hindu inancına; 330 milyon Tanrının olduğu söyleniyor ama bunlara tek bir tanrının 330 milyon özelliği olarak da bakılabilir. Tanrının en önemli üç görünümü ise Vişnu, Brahma ve Şiva. Vişnu evrenin koruyucusu, Brahma Vişnu’nun göbeğindeki bir nilüferden annesiz doğmuş ve dünyanın yaratıcısı, Şiva ise yok edici Tanrı. Ama her yok oluştan sonra yeniden doğuş olduğunu düşünürsek yok oluş ve yeniden doğuş çarkını işleten bir Tanrı olarak da görebiliriz kendisini. Ayrıca çok sevilen maymun tanrıları Hanuman ve fil başlı (Şiva ve karısı Parvati’nin ilk doğan oğlu) Ganeşa’yı her yerde görmek mümkün.

Benim en çok Ganeşa’ya içim ısındığından size onun hakkında daha çok bilgi vermek istiyorum. Ganeşa başlangıçların efendisi, engellerin kaldırıcısı ve iyi şansın Tanrısı. O yüzden bir işe başlamadan önce Ganeşa’dan yardım istenir. Ganeşa’nın büyük fil kafası aklı ve iradeyi, elindeki balta arzuların yarattığı acıyı ve ıstırapları yok etmeyi, diğer elinde tuttuğu kamçı insanın Tanrı'ya bağlanmasını, karnının büyüklüğü insan hayatındaki tüm acıları sevgiyle yutup sindirebileceğini, üzerine bindiği fare cehaleti ve egoyu temsil eder (Ganeşa'nın ufacık bir fare üzerinde gitmesi aklın ve bilginin ışığının, ego ve cehalet karşısında üstün geleceğini ifade eder). Büyük kulakları; bütün insanların dualarını duyabileceğini, öne doğru bakan üçüncü eli kutsamayı ve koruyuculuğu ifade eder. Yani anlayacağınız ben bu Ganeşa’dan çok etkilendim ve heykelini, magnetini, tişörtünü yani hangi formda hediyelik objesi yapılmışsa hepsini bir bir toparlayıp aldım. Hepimizin iyi başlangıçları olmasını dileyerek de yazıma dahil ettim…

Gelelim sosyal yapılarını anlatan kast sistemlerine. Dört ana kasta sahipler: Rahipler ve bilginlerden oluşan Brahmanlar, prens ve askerlerden oluşan Ksatrijalar, esnaf ve çiftçilerden oluşan Vaisyalar ve işçilerle kölelerden oluşan Sudralar. Bir de kast sistemine bile dahil edilmeyen ve en altta yer alan Parya’lar var(Bir de insanın ten rengi ne kadar açıksa o kadar üstte yer aldığına inanıyorlar).

Kast sistemi için önemli değil deseler de gerçekte hala çok önemli ve özellikle evliliklerde aranan birinci şart. Pazar günü evlilik ilanlarının çıktığı gazeteyi alıp şöyle bir göz gezdirmeniz bile bunu anlamanız için yeterli. Şu kasta mensup gençler şurada buluşsun şeklinde birçok ilan var. Ayrıca astrolojiye de inançları büyük olduğundan; burçları ya da doğum saatleri uymayan kişilerle asla evlenmiyorlar. Evlenecekleri güne de yine gökyüzüne bakarak karar veriyorlar.

Kastlarla ilgili ilginç bir başka nokta da alt kasttan kimse isyan etmiyor, üst kasta çıkmanın yollarını aramıyor.  Geçmiş yaşamlarında çok kötü bir şey yaptıkları için bu halde olduklarına ve bir nevi cezalarını çektiklerine inanıyorlar. Ve bir sonraki yaşamda karmalarının düzelmeye başlayacağını umup daha iyi yaşam koşullarında doğacaklarına inanıyorlar. Üst kastlarda doğanlar ise geçmiş yaşamlarında iyi şeyler yapıp o mevkide olmaya hak kazandıklarına inanıp, durumlarını korumak için tapınaklara bağışlar yapıyorlar, aç insanları, hayvanları doyuruyorlar.

Bu yoksulluğun sefaletin içinde inanılmaz bir kabullenmişlik, sakinlik ve hareketlerde yavaşlık görüyorsunuz. Hatta pek sabırsız bir insan olmamama rağmen form doldurmalarında, bir yerden bir şey aldığınızda paket sarmalarında, para üstü verişlerinde,  konuşmalarında bana yansıyan yavaşlıklarına bazen dayanamaz oluyordum…

Gelelim ‘kutsal inek’ mevzusuna… İnekler gerçekten kutsal mı? Evet kutsal. Ama diğer hayvanlar da kutsal. Yani canlıların hayatına saygı duyan bir inanışları var. Genelde hayvan pek yemiyorlar. Yollarda inekler, develer, filler, köpekler, (ben görmedim ama) fareler, domuzlar, maymunlar, insanlar hep beraber yaşıyorlar. Yolda önce ineklerin arkasından da domuzların fotoğraflarını çekip durdum. Bu inekler sabah evden çıkıp, çevreyi gezip akşam evine dönüyormuş. Ben bir türlü mağazanın içine giren, merdiven çıkan, yol ortasında duran inekleri görmeye alışamadım. En çok da yol kenarında çöpleri yiyen domuzları görünce küçük çaplı bir şok yaşadım. Sanırım hepsine hazırlıklıydım da sokakta dolaşan domuzlara nedense hazırlıklı değilmişim.

O sokakların keşmekeşi nasıl anlatılır ise hiç bilemiyorum. Yoğunlukla yolda bulunan Tata marka arabalar, rikşalar (üç tekerlekli insanların sürdüğü bisikletler),tuk-tuk’lar ( insanların sürdüğü motorlu küçük taşıtlar), deve arabaları, sarı minibüsler, inekler, sürekli ve hiç bitmek bilmeyen korna sesleri, domuzlar, insanlar, hayır cevabından anlamayan satıcılar, yolda yaşayan insanlar, geleneksel hint kıyafeti giymiş inanılmaz güzellikte gözlere sahip kadınlar, sefalet, baharat satıcıları, çişini aleni yapanlar, kaldırım üstünde saç tıraşı olanlar, gene korna sesleri içinde bir şaşkınlıkla yürüyorsunuz önce sokaklarda. Sonra gözünüz alışıyor da zihniniz gene de alışamıyor. Orada sıçan adamla, bir metre ötede duran adam birbirlerine bakıyorlar. Ve biri eliyle yemek yiyor, diğeri çömelmiş duruyor. Bir de bu kadar pisliğin içinde sokaklarda nerdeyse üç metrede bir rastladığımız seyyar berberleri hiç anlayamadım. Yani adam sokakta yemeğini yiyip, tuvaletini yapıp, sonra da saçını mı kestiriyor. Ayna karşısında, koltuğa oturup habire saç kestirmeyi çözemedim. Bir de gürültüye alışmam vakit aldı. Arabaların arkasında ‘’horn me’’ yani bana korna çal diyor. Ve hepsi birbirine çarpmaktan son anda kurtuluyormuş gibi bir görüntüde bazen akıp gidiyor, bazen de saatlerce kitlenip kalıyorlar.

Aslında yazdıklarımda olumsuz bir hava var gibi geldi ve rahatsız oldum. Çünkü tüm bu dünyanın içinde yaşarken, o yollarda yürürken bir şekilde olayın parçası oluyorsunuz. Her şey şimdi yazdığımdan daha az rahatsız ediyor sizi. Olayın bir parçası olup, böyleyse böyledir sakinliği de sizi gelip buluyor. Etraf sizi büyülemeye başlıyor. Ve hatta böyle bir tecrübe yaşamış olmaktan dolayı da memnun oluyorsunuz ve bunu yapacak cesareti bulduğunuz içinde kendinizi tebrik ediyorsunuz.

Sohbet ettiğim arkadaşlarımdan biri bana şöyle dedi “aslında bizim zihinlerimizi sınırlı”. Bütün hayvanların, insanların ve her türlü durumun bir arada yaşanamayacağına inanan bizim zihnimiz, onlarda yani onların zihninde böyle bir sınır olmadığı için yaşıyorlar. Ve yaşanabileceğini de gösteriyorlar. Aslında kısmen hak veriyorum arkadaşıma. Sınır benim zihnimde, onların zihinlerinde değil…

“Açıkta sakın bir şey yemeyin” diye binlerce kez uyarılmış olsak da acıkıp “ya acaba yiyecek bir yer var mı” diye etrafa bakındığınızda verdiğiniz karar şu oluyor. Yani ben buradan bir şey yesem bir saate ya çıkarım ya çıkmam. O yüzden yanımızda getirdiğimiz bisküviler çok işe yarıyor. Dışardan tek yiyebileceğiniz şey muz. O da küçük ve gerçekten çok lezzetli. Herhalde hayatımda yemediğim kadar çok muzu bu gezide yemişimdir.

Geleneksel hint kıyafeti yani sariler içindeki kadınlarla ben ne kadar çok fotoğraf çektirmek istiyorsam onlar da aynı şekilde benimle fotoğraf çektirmek istiyorlardı. Hatta benle fotoğraf çektiren kadının arkadaşı taa nerelerden koşup da kareye girmek için neler yaptı. Bi ara kendimi film artisti zannedecek kıvama bile gelmiştim anlayacağınız. Yani anlıyoruz ki farklı olan her zaman ilgi çekiyor…

Bir de buranın iki büyük destanından bahsetmeden geçmek olmaz tabi ki. Bunlardan biri ‘’Maharabata” diğeri de ‘’Ramayana” destanları. Bu destanlardan da ‘’Ramayana’’ destanına içim kaynıyor. Hatta destanın tiyatroya yansıtıldığı şirin bir gösteriye de gidiyoruz. Ben destanı çok ama çok minimal bir şekilde özetlemek istiyorum: Kral kızını (Sita'yı) Tanrı Şiva’nın yayını çekebilecek savaşçıyla evlendirmeye söz verir. Kralın kızına talip olan Rama, bu şartı yerine getirir. Ancak kralın ikinci karısı, kralın verdiği sözü bozarak Rama'yı, Sita'yı ve Rama'nın kardeşi Lakşman'ı sürgüne gönderir. Rama ile Sita'nın aşkı birçok zorluklarla mücadelenin ve 14 yıllık sürgünün ardından evlilikle sonuçlanır. Bu büyük hikâye karanlıkla aydınlığın mücadelesinde aydınlığın zaferi olarak anlatılır.

Sokak satıcılarına çok dikkat etmeniz gerekiyor, en ufak bir göz teması, en ufak bir cevap işittikleri anda mümkün değil yanınızdan ayrılmıyorlar. Hatta cevap vermeseniz bile bazen zannediyorsunuz ki adam ensenizde ve ondan kurtulamayacaksınız. Artık öyle beraber yaşayıp gidiceksiniz. O yüzden aman dikkat diyorum, “no” cevabını bile vermeyin sadece dümdüz yürüyüp gidin. Bizim arkadaşlardan biri yakasına yapışan bir satıcıyı ne yaptı etti kovamadı, ne ‘’no’’lar ne ‘’I dont want’’lar işe yaradı. Sonra başladı Türkçe konuşmaya. “Hayır istemiyorum git buradan” diye bi tersledi, adam arkasına dönüp bakmadan gitti. Sanırım insanın kendi ana dilinde kendini yansıtma tınısı daha farklı oluyor. Tezgahlarda da böyle durumlara defalarca şahit oldum. Adamla İngilizce anlaşmaya çalışıyorsunuz olmuyor ama sonunda öfkelenip Türkçe’ye geçtiğinizde olayın çözüldüğünü görüyorsunuz. Bu da mesela bana ilginç gelen anılarımdan biridir.

Son olarak da o yoksulluk içinde kadınlara, çocuklara bir şekilde yardım etmek istiyorsunuz. Tabi bunu çocukların tek tek olduğu, yani size sürü halinde atılmayacakları bir yerde yaparsanız çok daha iyi olur. O zaman para yerine yiyecek, ya da en önemlisi sabun gibi temizlik malzemesi verdiğinizde inanılmaz makbule geçiyor.

Ehh artık bu genel izlenim yazısını bitiriyorum. Bundan sonraki bölümler şehirlerde neler yaşadığımızla ilgili olacak. Ama bir ipucu vereyim beni en çok etkileyen şehir Varanasi oldu. Hayatta bir kere yaşanabilecek türde tecrübeleri yaşayacağınız bir yer. Acele etmeyin anlatıcam. Biliyorsunuz burada herşey yavaş yavaş oluyor: ) Bekleyeceksiniz…

Bir de turumuzun rehberi Sn.Vahdi Özen’e de buradan teşekkür etmek isterim. Kendisi şimdiye kadar gördüğüm en iyi rehber. Bilgisi, tecrübesi, olaylara hakimiyeti, sorunları halletme becerisiyle bizlere çok rahat ve harika bir tur yaşattı. Hepinize böyle bir rehberin rastlamasını dilerim…

Sağlıcakla,

4 yorum:

  1. Anette'cim ağzına sağlık, o kadar güzel anlatmışsın ki bu her zaman merak ettiğim ama gitmeyi çok zor düşüneceğim ülkeyi,gitmiş kadar oldum. Hintlilerin insani değerleri imrenilmeyecek gibi değil. keşke biz de o düzeye erişebilsek...seni de gıpta ile takip ediyorum, dünyayı geziyorsun, Allah içine sindirsin ne diyeyim :)... çok sevgiler

    YanıtlaSil
  2. canımsın benim... sen kalbimde her yere benle geliyorsun merak etme...

    YanıtlaSil
  3. Ortada dolaşan domuzlar ve yere mıçan adamlar mı? Ovvv nooooo....Bekleme beni Taj Mahal:)))) Eline sağlık Anette...

    YanıtlaSil