8 Eylül 2012

Aramışsın, o kadar aramışsın ki, bulmaya vaktin olmamış.”

Siddhartha ve yakın arkadaşı Govinda, yollarını çok gençken ayırmışlardı. İkisi de gerçeği bulmaya adayacaklardı hayatlarını. Nam-ı diğer Nirvana dedikleri şey...

Yıllar geçmiş, ikisi de birbirlerini görmeden yaşlanmışlardı. Siddhartha bir gün bir nehir kıyısına geldi. Karşıya geçmek için yaşlı bir kayıkçının yardımına ihtiyacı vardı. Kayığa bindi ve yaşıtı adamla nehir üzerine konuşmaya başladılar. Yok, Herakleitos’unki kadar sert bir nehir değildi bu. Onlar da aynı nehirde iki kez yıkanılmayacağını biliyorlardı şüphesiz. Ama daha çok, nehrin ruhuyla ilgiliydiler, zamanla ilişkisini, zamansızlık üzerine kurmuşlardı. Doğanın mükemmel uyumu. Doğanın içinden seslenen varoluş ve insanın kendisine dair her şeyi bulabilmesi için oraya buraya serpiştirilmiş, bulunmaya istekli, iyi niyetli, dost sırlar. Harikulade bir evren.

Bakmak ve görmek yeterdi.

Siddhartha, bir insanın hiç değişmeyen ve hiç yaşlanmayan tek yerinden, gözlerinden tanıdı arkadaşını. Konuştukları da çok tanıdık gelmişti, ama bakışlar ve gözler hiç yanıltmazdı insanı, dikkatle bakan, görmeyi bilen bir insanı hele. Hasretle kucaklaştılar.

Govinda, Siddhartha’nın gözlerindeki huzuru fark etmişti çoktan. “Anlıyorum ki, bulmuşsun Siddhartha” dedi. “Ama ben, hâlâ arıyorum dostum.”

O sihirli cümleye gelmiştik. Siddhartha, arkadaşına gözlerinin içi gülerek, şefkatle baktı. “Biliyorum” dedi. “Aramışsın, o kadar aramışsın ki, bulmaya vaktin olmamış.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder