23 Nisan 2013

Fethiye’de Yamaç Paraşütü Yapılır…



Beş kafadar’la çıktığımız Ege gezimizde Assos, Kazdağları, Çandarlı, Dikili, Foça, Selçuk, Kuşadası, Didim, Bodrum, Datça durduğumuz durakların bazılarıydı. Hepimiz de çıktığımız bu yolculuktan çok ama çok mutluyduk. Her yerde başka bir güzellik keşfediyorduk. Ve şimdi sırada Dalyan vardı. Bakalım o bize neler sunacaktı…

Dalyan’a akşamüzeri vardığımızdan önce otelimize yerleştik, arkasından Dalyan’ın merkezine indik. Geniş birkaç sokaktan ibaret olan merkez restoranlar, cafeler ve hediyelik eşya dükkanlarıyla süslenmişti. Kalabalık gördüğümüz bir lokantaya oturup yörenin meşhur mavi yengeçlerinden sipariş ediyoruz. Garson mavi yengeçle doymayacağımızı söyleyince de yanına yine yörenin meşhur kefalini ve deniz börülcesini (geren) ilave ediyoruz. Siparişlerimizi verdikten birkaç dakika sonra garson koliye doldurduğu mavi yengeçleri getirip bize gösteriyor. Onları öyle kıpır kıpır görüp, biraz sonra da öleceklerini düşününce içimiz cız ediyor ama onların görevi de bize hizmet etmek, hem içimizde bir parçaları daima yaşayacak diyerek kendimizi teselli ediyoruz. Az sonra da masaya harika bir sunumla gelen yengeçleri afiyetle yiyoruz. Yemekten sonra ise dükkanları dolaşıp yörenin simgesi olan deniz kaplumbağalarıyla bezenmiş tişörtlerden, kalemlerden, biblolardan birkaç tane almayı ihmal etmiyoruz.

Ertesi gün sabah erkenden kalkıp tekne turlarının yapıldığı yere gidiyoruz ve orta ölçekli bir tekneyle anlaşarak içine kuruluyoruz. Tekne kalkış saatini beklerken de karşı kıyıdaki yamacın tepesine oyulmuş kral mezarlarını hayranlıkla seyretmeye başlıyoruz. Tapınak cepheli bu kaya mezarların yanına da gidilebiliyormuş ama biz böyle uzaktan seyretmeyi tercih ediyoruz.

Tekne bazen sağa bazen sola kıvrılan sazlık bir labirentin içinde gitmeye başlıyor. Su nasıl berrak anlatamam, içindeki tüm yosunları, balıkları ve deniz canlılarını görmek mümkün. Suyun üstündeki ördeklerin rengiyse inanılmaz güzel. Yaklaşık yarım saatlik bu inanılmaz yolculuktan sonra İztuzu plajına varıyoruz. Burada hiçbir tesis yok. Sadece derme çatma bir büfe ve birkaç şezlong var. Yumuşacık ve altın renkli kum öyle davetkar görünüyor ki gözümüze kestirdiğimiz ilk yere kuruluveriyoruz. Alev buranın Caretta Caretta’ların üreme bölgesi olduğunu söylüyor. Ayrıca kedi, köpek gibi evcil hayvanların kumu eşeleyip kaplumbağa yumurtalarına zarar vermemesi için bölgeye girmeleri yasakmış. Dişi kaplumbağa yaklaşık yüz tane yumurta yumurtluyormuş ama yavrulardan bir ya da ikisi bile yaşasa çok iyiymiş. Yani böyle yüksek bir ölüm oranı varmış. Ayrıca yavrularını dolunayda yumurtadan çıkacak şekilde kumsala gömüyorlarmış. Böylelikle yeni doğmuş kaplumbağalar dolunay ışığıyla denizi bulmaya çalışıyorlarmış. Başka bir ışık gördüklerinde de şaşırıp denizi bulamıyorlarmış. O yüzden de geceleri plaja girmek yasakmış.

Güneşin altında iyice ısındıktan sonra Akdeniz’in tuzlu sularına kendimizi bırakmaya çalışıyoruz ama su anca dizimize geliyor. Serinlemek için bayağı ilerilere yürümek gerekiyor. Denizden çıkıp kurulanırken bir yandan Akdeniz’e bir yandan da teknenin bizi getirdiği tatlı su tarafına bakarken, kaptanın hararetle bize el salladığını fark ediyoruz. Apar topar toparlanıp bir sonraki durağa gitmek üzere tekneye koşuyoruz.

Teknenin önüne kurulup çevrenin güzelliğini seyretmeye dalmışken ikinci durağımız Kaunos antik kentine varıyoruz. MÖ 5. yy’da kurulmuş Kaunos önemli bir ticari liman, tuz ise önemli bir ticari metaymış. Kaunos kentini görmek için nar ağaçlarının yanından başlayan bir yoldan yavaş yavaş yukarı doğru tırmanıyoruz. Kente ulaştığımızda soluk soluğa kalıyoruz ama gördüklerimiz bu yorgunluğa değiyor. Tapınak, hamam, adak yeri, tiyatro, agora, kale ve surlar derken koskoca bir kentin ve yaşanmışlığın içinde geziyoruz. Eşekler, keçiler ve hatta siyah yılanlar da bize eşlik ediyor. Gezinti sırasında buranın efsanesini anlatmaya başlıyorum: Apollo'nun oğlu Karya Kralı Miletos'un ikizleri olmuş. Erkeğe Kaunos, kıza ise Byblis adını vermişler. Büyüdüklerinde Byblis, Kaunos’a aşık olmuş ancak ondan karşılık bulamamış. Bu yasak aşkı öğrenen kral, oğlunu ülkesinden kovmuş. O da kendisini sevenlerle birlikte gitmiş ve kendi adını taşıyan kenti kurmuş. Byblis ise aşık olduğu kardeşi Kaunos’tan ayrı kalınca günler geceler boyu ağlamış ve sonunda da bir kayadan atlayarak canına kıymış. Dalyan'da labirenti andıran kanallar Byblis'in gözyaşlarından oluşmuş…

Tekneyi bekletmemek için koştura koştura geri dönüyoruz. Sırada öğle yemeği olduğunu duyunca da çok seviniyoruz. Dere kenarında çok şirin bir lokantada mola veriyoruz. Yemek yerken o meşhur kaplumbağalardan birinin kafasını uzatmış bizi seyrettiğini fark edince hepimiz heyecan içinde fotoğraf makinelerimize sarılıyoruz. Kimimiz de hayvanı daha yakına getirmek için ekmekleri parçalayıp dereye atıyoruz. Bu gırgır şamatadan sonra da tekneye binip çamur banyosu yapmak üzere yolumuza devam ediyoruz.

Güzellik çamuru adı verilen merkez ana baba günü gibiydi. Gençleşip güzelleştirdiği ve sağlık verdiği inanılan çamur banyosuna girmek için epey bir kuyruk vardı. Kuyrukta beklerken çamurdan yayılan kokular bizi bu işten bayağı bir soğutuyor ve sadece ellerimize çamuru sürmekle yetiniyoruz. Halbuki insanlar bütün vücutlarına çamuru sürmüş, kuruması için de güneşin altında salına salına geziniyorlardı. Arkasından da sıcaklığı 39 dereceyi bulan kaplıca suyuna girip kendilerini çamurdan temizlemeye çalışıyorlardı. Valla biz elimize sürdüğümüz çamuru bile çıkarana kadar çok zorlandık, onlar nasıl temizlendiler bilmem. Neyse o çamur banyosundan sadece ellerimizi gençleştirerek çıktıysak da etrafta çamura bulanmış insanların fotoğrafını çekerek çok eğleniyoruz. Akşam yine dere kenarında kral mezarlarını seyrederek yediğimiz akşam yemeğinden sonra (lagos ızgara yedik ve harikaydı) otele dönüyoruz ve sabah erkenden Fethiye’ye doğru yola çıkıyoruz.

Neyse sonunda otelimize varıyoruz ve mayolarımızı giyip kendimizi Çalış plajına atıyoruz. Çalış plajı ne kadar uzun size anlatamam. Şöyle bir yürüyelim dedik git Allah git bitmiyor. Meğerse kumluk kısmı üç çakıllı kısmı ise bir kilometre uzunluğundaymış. Yürüyüşümüz bitince otelin önündeki şezlonglara kıvrılıp yol yorgunluğumuzu atıyoruz ve Fethiye’yi yani nam-ı diğer Telmessos’u gezmeye çıkıyoruz. Telmessos’un MÖ 5. yy’da kurulduğu ve MÖ 4. yy’da da Likya uygarlığına katıldığı düşünülüyor.

Likya’lıların kralları için yaptığı anıt mezar Amintas şehrin simgesi haline gelmiş. Biz de ilk önce bu kral mezarını ziyaret etmeye karar veriyoruz. Tepedeki kayaya oyularak yapılmış bu kral mezarına ulaşmak için birçok basamak çıktıktan sonra önünde poz poz fotoğraf çekiyoruz ve bu anıt mezarın güzelliği karşısında büyüleniyoruz. Sonra oradan inip Paspatur çarşısına gidiyoruz. Çarşı iç içe geçmiş dükkanlarıyla bizi hemen kucaklıyor. Baharatçısı, dericisi, kilimcisi, halıcısı derken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz ve biraz da kordonboyunu gezmek istediğimizden üzülerek çarşıdan çıkıyoruz…

Kordonboyunda önlerinde günübirlik tur rota ve saatlerinin olduğu tabelalar asılı büyüklü küçüklü birçok tekne sıralanmış. Teknelerden birini seçip ertesi gün için kaydoluyoruz ve kordonboyunda tatlı tatlı esen rüzgarla beraber yürümeye devam ediyoruz. Yorulunca da merkezdeki antik tiyatroyu gezip dönmeye karar veriyoruz. 1993 yılında yapılan kazılar neticesinde ortaya çıkan antik tiyatro Roma döneminde 5000 kişi kapasiteli olarak inşa edilmiş, MS 2.yy’da onarım geçirmiş ve Bizans döneminde arena olarak kullanılmış. Günümüzde ise Türkiye’nin denize yakın en eski tiyatrosu ünvanını almış. Tiyatroyu gezdikten sonra Çalış sahiline gidip, güzel bir balık lokantasına kuruluyoruz. Güneşin batışına denk geldiğimizden gökyüzünün sarı, turuncu, mavi, mor halelerine hayranlıkla bakıp şerefe kadeh kaldırıyoruz. Karşımızdaki şövalye adasına da sanki şövalyeleri görecek gibi bakıp onlara doğru da kadehlerimizi kaldırmayı ihmal etmiyoruz.

Sabahleyin teknede iyi bir yer kapmak için otelden erken ayrılıyoruz ve 9:30’da teknenin içinde yerimizi alıyoruz. Havlularımızı üst kata serip 10:00’daki kalkış saatini bekliyoruz. Tekne yavaş yavaş dolunca da erken gelerek ne kadar iyi yaptığımızı anlıyoruz. Teknemizin rotası Kelebekler Vadisi, Soğuksu, St. Nicholas Adası, Camel Beach ve Akvaryum koyu olarak belirlenmiş. Bütün gün keyifle koylar arasına dolaşıp denize girdiğimiz gezide ben en çok Kelebekler Vadisi’ni beğeniyorum. Kelebekler Vadisi’nde yaklaşık bir saat mola verildiğinden vadinin içlerine doğru ilerleyip şelaleyi görme fırsatımız oluyor. Şelale beklediğimizden ufak ve cılız olduğundan biraz hayal kırıklığına uğruyoruz ama neyse ki çevrede vadiye adını veren kaplan kelebeklerinden bolca var da keyfimiz yerine geliyor.

Tekne turu bitince Kayaköy’e gidiyoruz. Kayaköy 14. yy’da dağın yamacına kurulmuş eski bir Rum köyü. Burada evler bir veya iki katlı olarak ve birbirinin güneşini kapatmayacak şekilde yapılmış. Her katta bir veya iki odası olan bu evlerin zemin katı ahır ya da kiler olarak kullanılmış. 1923 yılında Yunanlılarla yapılan anlaşma gereği buradaki Rumlarla, Batı Trakya’daki Türkler yer değiştirmişler. Fakat buraya getirilen Türkler Kayaköy’ün yaşam şartlarını beğenmeyip gidince koca köy ıssız bir görüntüye bürünmüş. Köyün boş sokaklarında dolaştıktan sonra otelimize doğru yola çıkıyoruz.

Ertesi gün Saklıkent’e gitmek üzere erkenden yola koyuluyoruz. Saklıkent Fethiye’den tam 65 kilometre uzaklıkta ama arabada sürekli şamata yaptığımızdan yolun nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Otelden çıkarken kahvaltı etmediğimizden önce Saklıkent’in girişinde dere boyu sıralanmış gözlemecilerden birine girip kahvaltı ediyoruz. Bir yandan tatlı tatlı ısıtan güneş, bir yandan suyun şırıltısı derken hepimizin gözleri kapanmaya başlıyor ama Mehmet başkumandan edasıyla “haydi arkadaşlar hareket vakti” deyip hepimizi ayaklandırıyor.

Böylece kanyona girmek için sol yamaca tutturulmuş dar tahta köprünün üstünde yürümeye başlıyoruz. Yaklaşık 100 metrelik yürüyüşten sonra dimdik sarp kayalıklarla çevrelenmiş daha geniş suların çağladığı düzlüğe ulaşıyoruz. Burada marifet kanyondaki yürüyüşe devam etmek için aradaki dereyi aşmak. Derenin yüksekliği en fazla dizinize geliyor ama esas mesele soğukluğu. Suya ayağınızı soktuğunuzda soğuktan kalbiniz duracak gibi oluyor. Bir de derenin altı çakıl taşlarıyla dolu olduğundan mutlaka suya sandaletle girmek gerekiyor. Bir yandan soğuk, bir yandan akıntı, bir yandan taşlar derken dizinizden çok daha fazla ıslanıp titreye titreye karşı kıyıya varabiliyorsunuz. Uzunluğu 18 km’yi bulan bu kanyonda biraz daha ilerleyip, yüksekliği yer yer 600 metreyi bulan kayalıkları seyredip geri dönüyoruz.

Arkasından Tlos antik kentine doğru yola çıkıyoruz. Tlos uçan kanatlı atı Pegasus ile ünlenen mitolojik kahraman Bellaforonte'nin yaşadığı kent olarak biliniyormuş. Tlos’a varmak için soluk soluğa tepeye çıkıyoruz ve bu eski kente ait hamamı, tiyatroyu ve stadyumu geziyoruz. Ama bizi en çok etkileyen tepedeki kayaya oyulan kral mezarlığı oluyor. Tepede biraz soluklanıp manzarayı seyrettikten sonra Ölüdeniz’e gitmek için arabaya doluşuyoruz.

Fethiye’yi geçtikten sonra çamlar içinde nefis bir yoldan devam ediyoruz ve karşımıza Belcekız koyu çıkıyor. Burada arabadan inip kumların üstünde yürümeye başlıyoruz ve nihayet Ölüdeniz’e ulaşıyoruz. Ölüdeniz maviden yeşile, yeşilden turkuaza renkleriyle adeta bizi büyülüyor. Bir de su o kadar kıpırtısız duruyor ki inanamıyoruz ve gerçekten adını hak etmiş olduğunu düşünüyoruz. Burada şezlong kiralayıp doğanın tadını çıkarmak için bir süre sessiz kalıyoruz.  Aynı zamanda Babadağ’ından yamaç paraşütüyle atlayanların tepemizde süzülüşünü izliyoruz. Denize girip çıktıktan sonra acıkmış olduğumuzdan etrafımıza bakınmaya başlıyoruz. Yemekten sorumlu bakanımız Ebru hemen devreye giriyor ve kenarda dizili büfelerden birine gidip yörenin meşhur pastırma çemenli (yoksa çemenli pastırma tostu mu) tostundan hepimize sipariş ediyor. Tostlarımızı yerken ben Belcekız koyunun efsanesini anlatmaya başlıyorum.

Eski çağlarda gemiler bu koyun açığında demirler, sandalla birileri sahile çıkar su alırmış. Su almaya gelen kaptanın yakışıklı oğluyla Belcekız birbirlerini görüp aşık olmuşlar. Ondan sonra delikanlı buradan su almak için fırsat kollar olmuş. Bir gün gemileri fırtınaya yakalanmış ve delikanlı kaptan babasına “baba orda bir koy var oraya sığınıp fırtınadan korunabiliriz” demiş. Fakat Belcekızı görmek için öyle söylediğini sanan babası oğluna inanmamış. Gemi tam kayalara çarpacakken oğlunu denize atmış ve dümeni kontrol etmeye çalışmış. Tam o sırada da oğlunun doğru söylediğini anlamış ama kayaya düşen oğlu oracıkta ölmüş. Onun öldüğünü gören Belcekız da kayalara atlayıp kendini öldürmüş. İşte o günden beri kızın öldüğü yere Belcekız, delikanlının öldüğü yere de Ölüdeniz denirmiş.

Bu hüzünlü hikayeden sonra toparlanıp otelimize dönüyoruz. Ertesi gün Fethiye’den ayrılacağımız için de eşyalarımızı topluyor ve erkenden yatıyoruz. Sabah Emir’in “ben yamaç paraşütü yapmak istiyorum” sözleriyle uyanıyoruz. Tamam deyip 1975 metre yükseklikteki Babadağ’ına çıkıyoruz. Emir Mehmet’e sen yapmayacak mısın der gibi bir bakış atıyor ama Mehmet hiç oralı olmuyor. Biz kızlarsa zaten iyice sinmiş durumdayız. Böylelikle Emir atlayış kıyafetlerini giyip pilot eşliğinde Babadağ’ından aşağıya doğru süzülüyor. Yarım saat sürecek olan paraşüt keyfinin (?) bitiş noktası Belcekız plajı olacağı için oraya doğru yola çıkıyoruz ve yarım saat sonra onu alkışlarımızla karşılıyoruz. Ne de olsa kendisi grubumuzun medar-ı iftiharı olmuş durumda. Kaş’a doğru yola devam ederken de “aahhh süper bir tecrübeydi, denemediniz ve çok şey kaçırdınız” diye konuşup durmasına da hiçbirimiz aldırmıyoruz…
Sağlıcakla,
 Anette İnselberg

3 yorum:

  1. tanıştırayım ben olric23 Nisan 2013 16:52

    güzel bir mecera yazısı olmuş ve öğretici...kutlarım

    YanıtlaSil
  2. Ölüdenizden başladık dört gündür yürüyoruz. Yeşilin mavinin binbir tonu burda. Etraf papatya gelincik. Gece dolunay gümüşten tepsi gibi. Alınca da Bel de manzara muhteşem. Mutlaka görülmeli.

    YanıtlaSil
  3. oh gezin valla hayat size güzel. biz de ceyiz dizecez diye didinelim

    YanıtlaSil