30 Nisan 2013

FOÇA’DA KEDİLERE HER GÜN BAYRAM…



Bundan iki sen önce arkadaşlarla Ege’yi arabayla dolaşmaya karar verdik. Rotamızı üç aşağı beş yukarı belirledikten sonra kalacağımız yerleri araştırmak, gideceğimiz yerlerin tarihini ve meşhur yiyeceklerini öğrenmek gibi bir sürü konuda görev bölümü yaptık. Herkes harıl harıl hazırlandıktan sonra nihayet hareket günümüz geldi. Arabaya doluştuk, bavullarımızı yükledik ve rastgele diyerek yollara döküldük. Assos’tu, Kazdağları’ydı, Çandarlı’ydı, Dikili’ydi derken sıra Foça’ya geldi…

İşin tarih kısmı bende olduğu için arabada yavaş yavaş Foça’nın tarihini aktarmaya başladım. Buradaki ilk yerleşim taaa MÖ XI. yüzyılda Aerolı’lar tarafından başlamış. Sonra MÖ IX. yüzyılda İyonlar’ın Ege sahillerinde kurdukları on iki iyon kentinden en önemlilerinden biri olmuş. Ve İyonlar bu kente Phokia adını vermiş. Bu ismi almasının sebebi de çevredeki adalarda yaşayan foklardan dolayıymış. Hatta Homeros bile ünlü Odysseia destanında bu foklardan bahsetmiş. Ve çevredeki fokların bolluğuna dikkat çekecek biçimde ‘’çok sayıda fok denizden kıyıya çıktı ve güneşli sahile uzandılar’’ demiş. Bu laflarımın üzerine beraber yolculuğa çıktığımız arkadaşlarımdan Emir lafa karışıyor ve “peki şimdi fok görme şansımız var mı” diye soruyor. Dur acele etme oraya sonra gelicem diyerek hiç istifimi bozmadan bilgi vermeye devam ediyorum.

Phokia’lılar zamanın en büyük deniz filosuna sahipmiş. Yüksek hıza ulaşabilen elli kürekçili ve beş yüz yolcu taşıyan tekneleri varmış. Bu filoyla taaa Atlantik’e kadar gitmişler. O zamanlar kentin bir diğer sembolü de horozmuş. Horoz dirliği ve erken uyanışı simgelermiş. Phokia’lılar bütün teknelerin baş tarafına tahtadan oyulmuş horoz figürü koyarlarmış. Ayrıca topraktan yapılan horozları da tapınaklara ve halk meclislerine koyarlarmış.

Fakat tarihte sıkça görüldüğü üzere her uygarlık başka bir uygarlık tarafından alt edildiği için Phokia’lılar da bu sondan kaçamamış ve MÖ VI. yüzyılda güçlenen Persler tarafından ele geçirilmişler. Fakat Phokia’lılar yine de Perslere bir oyun yapmayı başarmışlar. Kentleri Persler tarafından kuşatılınca ertesi gün teslim olacaklarını Pers Komutanı Harpahos’a bildirmişler ve geceleyin değerli eşyalarını da gemilerine yükleyerek kaçmışlar. Pers komutanı ertesi gün boş bir kente girmiş ve tabi çok sinirlenmiş. Neyse, Phokia bundan sonra sırasıyla MÖ IV. yüzyılda Büyük İskender, MS II. Yüzyılda ise Romalılar tarafından alınmış, MS 395’te Doğu Roma’ya bağlanmış. Arkasından düğün hediyesi olarak Cenevizlilere verilmiş. Yani sizin anlayacağınız Phokia’nın başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiş. En sonunda MS 1455‘te Fatih Sultan Mehmet tarafından alınmış.

Bu arada Alev ‘’Anette içim şişti ne olur biraz sus deyip’’ bana sataşırken Yeni Foça’dan geçtiğimizi fark ediyoruz. Ancak Yeni Foça yazlıkçıların baskınıyla tam bir apartman kasabasına döndüğünden orada durmayıp Eski Foça’ya doğru yolumuza devam ediyoruz. Aradaki koyların birinde de durup denize girme molası veriyoruz. Su çok temiz ama bir o kadar da soğuk. Benim gibi soğuk denize girmeyi sevmeyenler için doğrusu Ege biraz zorlayıcı olabiliyor ama ne yapalım gire gire alışıcam herhalde diye umut ediyorum. Neyse mayolarımızın kurumasını bekledikten sonra Eski Foça’ya doğru yolumuza devam ediyoruz. Foça’ya girer girmez de yol yorgunluğumuzu atmak için önce otelimize yerleşiyoruz.

Oteli bulmaktı, odalara çıkıp biraz dinlenmekti derken öğleden sonrayı bulduğumuzdan hepimizin karnı kurt gibi acıkıyor. Hemen sahile iniyoruz ve yemek yiyecek güzel bir yer aranmaya başlıyoruz. Aranırken ilk gözümüze çarpan sahil kenarına dizilmiş balıkçı tekneleri ve bu teknelerde yakalanan balıkları satabilmek için açılmış dizi dizi lokantalar oluyor. Hemen bu lokantalardan birine oturuyor ve yöresel yemeklerden olan yoğurtlu kupa balığını ısmarlıyoruz. Yanına da yine yöresel üne sahip radika, turp otu ve hardal otu çeşitlerinden oluşmuş salatayı söyleyip keyfimize bakıyoruz. Bu arada Foça’nın meşhur poyrazı biraz sert estiğinden üşümemek için lokantadan şal isteyip zevkle yemeklerimizi yemeğe koyuluyoruz. Arkasından yine yöreye özgü dibek kahvelerimizi söylüyoruz. Kahveler masaya geldikten sonra “oh ne güzel kokuyor” deyip fincanı elime almaya doğru hareketlenmişken garson koşup yetişiyor ‘’aman abla’’ diyor ‘’fincana hemen dokunma dibek kahvesi fincanda pişer’’ diyor. Bu hızlı garson sayesinde yanmaktan kurtulmanın sevinciyle ertesi günün programını soruyorum. Çevrede neler yapılır sorusunun cevabı Mehmet’ten geliyor. Eeee ne de olsa bu görev ona düşmüş. Bilmiş bilmiş sırıtıp “yarın tekne turu ve mangal var arkadaşlar ona göre” diyor…

Sabah yine sahile inip önce güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Kahvaltıda yine balıkçı teknelerini seyrediyoruz ama bu sefer balıkçıların ağlarını nasıl tamir ettiklerine de dikkat ediyoruz. Upuzun balık ağlarını ne de çabuk tamir ettiklerine şaşıp kalıyoruz. Bu arada kediler de ağların arasında kalmış balıklardan ziyafet çekiyorlar tabi kiii. Kediler bir o ağdan bir bu ağdan atılan balıkları yemenin yarışı içinde bir sağa bir sola sıçrayıp duruyorlar. “Yani kedi olacaksan mutlaka Foça kedisi olmalı yoksa bu kadar balığı başka yerde yemek mümkün değil” diye düşünüyor insan. Bana fazla gelen sucukları kedilere atıyorum ama lütfen yiyorlar. Bana yemek attı hadi gönlü olsun der gibi yiyorlar. Yani anlayacağınız günün her saati balık yemeğe alışmış kedileri sucuk atarak mutlu edemiyorum…

Kahvaltıdan sonra bizi Orak adasına götürecek teknemize biniyoruz. Fakat burada esas görmek istediğimiz yer rüzgarın ve dalgaların aşındırarak müthiş bir şekil verdiği Siren Kayalıkları... Siren kayalıklarının bir özelliği de Akdeniz de kalmış son fokların yerleşim yeri olması. Teknenin kenarından Emir’e sesleniyorum ‘’Emir Emir’’ diyorum ‘’bak fok görecek miyiz diye sormuştun ya işte görürsen anca burada görürsün gözlerini dört aç’’ diyorum. Bu sözlerimden sonra hepimiz acaba fok görür müyüz diye etrafı taramaya başlıyoruz. Denizdeki her kımıltıda birbirimize “işte bak fok fok” diye bağırıyoruz. Böyle dikkatli bir taramadan sonra ben yine sazı elime alıp Siren kayalıklarıyla ilgili efsaneyi anlatmaya başlıyorum.

“Siren kayalıkları adını mitolojiden almıştır” diyorum. Mitoloji de bahsi geçen Sirenler, vücutları kuş şeklinde, başları ise kadın şeklinde olan, yaptıkları büyülü müziğin güzelliğiyle tanınan yaratıklardır. Efsaneye göre burada yaşayan Sirenler, yaptıkları doğa üstü müzikle buradan geçmekte olan teknelerdeki denizcileri büyülerlermiş. Müziğin ve Sirenlerin güzelliğinin büyüsüne kapılan denizciler ölene kadar burada kalmak isteğine kapılırlar, bu düşünceler içinde gemileriyle bölgedeki kayalıklara çarparlarmış.

Hatta Homeros’un Odysseia destanında tanrılara denk Odyseus’un uzun ve çileli serüvenlerinin bir durağı da Siren kayalıklarıdır. Efsaneye göre Odyseus gemisiyle bu kayalıkların arasından geçmek üzereyken büyücü Kirke’nin sirenler hakkındaki uyarısını hatırlar. Sirenlerin büyülü çağrılarına kapılmamak için kendisini geminin direğine sıkıca bağlatır, ağzını tıkatıp tayfalarının kulaklarını da balmumuyla kapattırır. Böylece Siren kayalıklarından çıkan sesleri sadece kendisi duyacak, sonsuza kadar bu körfezde kalmak için tayfalarına emir vermek isteyecek fakat ağzı tıkalı olduğu için başaramayacaktır. Siren kayalıklarından çıkan sesler rüzgarın uğultusuna ve dalgaların coşkusuna karışarak, körfezin kıyısına vururken Odyseus’un gemisi bu büyülü dünyanın içinden süzülerek geçip gitmiş…

Tekne turu ve efsanelerden sonra kıyıya çıkıp bir taksiden bizi İngiliz burnuna götürmesini istiyoruz. Amacımız buradan İncir adasına gitmek. Adada burayı devletten kırk dört yıllığına kiralayan Ferdi yaşıyor ve İngiliz burnunun kenarına astığı levhaya bakılacak olursa tam o çıkıntıda durup el sallarsak bizi hemen gelip alacakmış. Biz de levhaya göre davranıp kuzu kuzu beklemeye başlıyoruz. On beş dakikaya kalmadan Ferdi oğluyla beraber sandalla beliriyor. Adaya doğru yaptığımız sandal macerasından sonra karnımız çok acıktığından Ferdi’ye hemen siparişlerimizi veriyoruz. Kimimiz mangalda balık (özellikle olta balığını tavsiye ederim) kimimiz de et yiyoruz. Arkasından antik yerleşim yeri bulanan adayı şöyle bir dolaştıktan sonra Foça’ya geri dönmek üzere yola çıkıyoruz. Foça’ya varınca yemekten sorumlu bakanımız Ebru şimdi dondurma yeme zamanı diyerek bizi Nazmi Usta’nın yerine sürüklüyor. Ve sakızlı dondurmalarımızı keyifle yiyoruz. Ertesi gün biraz da Foça’nın içinde dolanmaya karar verip otelimize dönüyoruz.

Sabah büyük bir enerjiyle kalkıp, hızlıca kahvaltılarımızı yapıp kendimizi Foça’nın sokaklarına atıyoruz. O iki katlı evlere, daracık sokaklara bayılıyoruz. Hele çarşısının üstünü boydan boya kaplamış asmalara tapıyoruz. Bu arada benim aklıma Karataş efsanesi geldiğinden sokaktaki bütün taşlara tek tek basmaya çalışıyorum. ‘’Karataş efsanesi ne mi’’ diyorsunuz hemen anlatayım… Rivayete göre Foça’nın neresinde olduğu bilinmez bir Karataşı varmış. Bu taşın üzerine basan da Foça’ya tekrar gelirmiş. Ben herhalde bu taşın bir yerine sürünmüş olmalıyım ki Foça’ya yazmak bana nasip oldu diye düşünüyorum. Neyse konuyu dağıtmayalım. Çarşıdan sonra Athena tapınağını ve onun eteklerinde yer alan Kybele açık hava tapınağını görmeye gidiyoruz. Arkasından surları ve Beşkapıları görmeye gidiyoruz. Bu arada ben “Beşkapılar Osmanlı dönemi kalesinin kayıkhane bölümüymüş” diye bir taraftan arkadaşlara bilgi vermeye devam ediyorum.

Foça içindeki gezinmemiz bitince sahildeki kahvelerden birine kurulup birer ada çay söylüyoruz ve karşı tepede gözüken değirmenleri inceliyoruz. “Ahh” diyorum “şimdi yıkık dökük gözüken bu değirmenler kim bilir zamanında ne buğdaylar ne arpalar öğütüp insanları doyurmuştur”. Kahveci “yakında değirmenlerin restorasyonu yapılacakmış” deyince seviniyorum. Nedense onları böyle bakımsız görmek içimi sızlatmıştı.

Ardından bizim gitmek üzere olduğumu anlayan kahveci ‘’abla mutlaka Foça pazarına uğrayın, yöresel çok güzel şeyler bulursunuz’’ deyince benim, Alev’in ve Ebru’nun gözleri parlıyor. Erkekleri tavla oynamak üzere bırakıp Foça’nın o dar ve sevimli sokakları arasında yürüyerek pazar yerine varıyoruz. Aman Allah’ım o ne kalabalık öyle. Biranlık şaşkınlıktan sonra biz de kendimizi tezgahların arasına bırakıyoruz. Ballar, zeytinler, zeytinyağları, balıklar, meyve ve sebzelerin arasında keyifle yürüyüp gözümüze kestirdiğimiz bir kaç şeyi alıyoruz. Bu arada üstünde Foça yazan anahtarlıktan tişörte, kalemlikten vazoya bir sürü incik cinciğe bakıyoruz. Tabi bu arada biblo fokları, kedileri, balıkları, horozları da unutmamak lazım. Arkasından pazarın giyim kuşam bölümüne giriyor ve yöresel elbiselere bayılıyoruz. Ben bir tişörtün üstüne ‘’Foça’da Kedilere Her Gün Bayram’’ yazdırıp hemen üstüme giyiyorum. Kızlar bana çok gülüyorlar ama aldırmıyorum.

Anlayacağınız pazar keyfimizi de yaptıktan sonra bu sevimli ve kendine özgü Ege kasabasından ayrılıp yeni yerler görmek üzere yola devam ediyoruz…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder