17 Aralık 2011

Kuğu Cenneti Zürich’teyim…

[slideshow]

9 Kasım 2011

Uzun seneler İsviçre’nin başkentinin Zürich olduğunu zannederdim. Adını çok duyurmuş olması sanırım bunda başlıca etken. Başkent olmasa da İsviçre’nin en büyük kentine kısa bir tren yolculuğundan sonra varıyorum.  Zürich garı gördüğüm en büyük garlardan biri. Alışveriş merkezi havasında ve dükkanlarla dolu. 60 adet perona sahip. Garı dolaştıktan sonra şehirle buluşuyorum…

İlk olarak kendimi nehir (Limnat Nehri) kenarına atıyorum. Nehir kuğularla bezenmiş. Yanımda yiyecek bir şey olmadığı için üzülüyorum. Onları beslemek hoşuma gidecekti oysa. Karşıdaki evler bir masaldan çıkmışçasına yan yana yan yana dizilmişler.Üç dört katlı evler, dik çatılarıyla çok hoş gözüküyor… Hele ki görüntülerinin suya yansımaları çok hoş. Kısa aralıklarla yapılmış küçük köprülerin hepsinin üzerinde yürümek istiyorum. Hava soğuk ama çok temiz. Gökyüzü uzun bir süreden sonra gri bulutlarla kaplanmış durumda.Sırt çantamın içinde minik bir şemsiye olduğu için seviniyorum. Yağmur yağsa da sorun olmayacak. Bu şehri baştan sona gezicem.

Nehir kenarında hevesimi aldıktan sonra Lindenhof parkına doğru yukarı çıkmaya başlıyorum. Linden ıhlamur demekmiş. Yolun iki tarafına sıralanmış ağaçlar herhalde ıhlamur ağacı diye düşünüyorum. Parka çıkan yol küçük taşlarla bezenmiş, sağlı sollu dükkânların olduğu bir patika. Aralardan şehrin saat kulesinin sivri tepesi gözüküyor. Biraz fotoğraf molasından sonra parka varıyorum. Park ağaçlarla kaplı. Şehir ise ayaklarınızın altında. Elimde harita şehrin ana noktalarını bulmaya çalışıyorum.

Parktan sonra Zürich’in en büyük katedrali olan Grossmünstere gidiyorum. Burası halk için reform hareketinin ana kilisesi olmuş. Basamaklarla katedralin tepesine tırmanıyorum ve bir kere daha Zürich’e tepeden bakıyorum. Arkasından diğer bir kiliseye Framünstere’e gidiyorum. Kilisenin içine girdiğiniz zaman Marc Chagall tarafından tasarlanan vitrayları görmeden sakın dışarı çıkmayın. Chagall bu muazzam görünümlü vitrayları 80’li yaşlarında tasarlamış.

Artık İsviçre’nin Almanya ile komşu olan tarafına geldiğim için burada her şey Almanca. Menüler, sokak isimleri, konuşmalar hep Almanca. Bu bölgede yaşayanların daha disiplinli, daha temiz ve kurallara uyma konusunda daha hassas olduğunu söylüyorlar.

Karnım acıktığı için yemek yeri bakınmaya başlıyorum. Bu yörede kremalı dana eti dilimleri yanında rösti (rendelenmiş ızgara patates) yenmesi tavsiye ediliyor. Birkaç lokanta araştırmasından sonra karar verdiğim birine girip yemeğimi sipariş ediyorum. İkisi de nefis geliyor. Etler ağzımda dağılıp eriyiveriyor. Tatlı olarak da yine bu yöreye özgü meyveli turta yiyorum. Pek turta meraklısı değilimdir ama tadı hiç fena değildi. Ayrıca tatlı olarak dağlarda yetişen meyveleri da çok tavsiye ediyorlar… Özellikle yaban mersini ve ahududuyu çok öneriyorlar. Aklınızda bulunsun.

Arkasından şehrin kalbi olan geniş ve uzun ( 1.5 km) Bahnhofstrasse caddesine giriyorum. Sağlı sollu şık dükkanlar göz alıyor. Yolun ortasından geçen tramvayları oturup seyrediyorum. Sonra cadde boyu yürümeye başlıyorum. Çikolata dükkanları çok güzel. Buraya has çikolatalarıyla Sprüngle’ye gitmemi özellikle tavsiye etmişlerdi. Ben dükkanı aranırken karşıma çıkıveriyor. İçeri giriyorum. Renk renk çikolatalar tezgahlara, raflara dizilmiş. Kremalısı, çileklisi, vişnelisi, fındıklısı, deniz kabuğu şeklinde olanı derken benim alışveriş sepeti dolup taşıyor. Sonunda elim kolum dolu dükkandan çıkmayı beceriyorum.

Artık hava kararmaya başladığından hava iyiden iyiye soğuyor. Tekrar nehir kenarına inip oradaki arka sokaklarda dükkanları geziyorum. Bu sefer binaların ışıklarının da suya yansımasını seyrediyorum. Ve nehrin gece manzarasının daha güzel olduğuna karar veriyorum.

Ertesi gün yolculuk Lugano gölüne.  Otele gidip biraz dinlenmeli…

Sağlıcakla,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder