27 Aralık 2011

Milano’da Alışveriş…

[slideshow]

Milano’da Alışveriş…

(14-17 Kasım 2011)

Lugona tren garında ilk işim tüm İsviçre franklarımı avroya dönüştürmek oluyor. İsviçre de gerçi avroyla da alışveriş yapabiliyorsunuz ama ben ülkenin yerel parasını kullanmayı tercih etmiştim. Kötü bir kurdan avroya döndükten sonra trene binip iki saatlik yolculuk boyunca Milano’da neler yapacağımı gözden geçirmeye başladım.

Milano’ya vardığımda ilk olarak dünyanın en büyük dördüncü katedrali olan Duamo’ya gitmeye karar verdim. Burası için şehrin ana noktası diyorlar. Katedral koca bir meydanın tam ortasında bütün heybetiyle beni karşılıyor. Sivri kuleleri, sayısız heykelleri, ince işlemeleriyle soluğum kesiliyor. Etraf o kadar kalabalık ki katedrali kalabalığı almadan fotoğraflamaya çalışmam sonuçsuz kalıyor. Uzun uzun incelemeye ve etrafında yürümeye başlıyorum. On dördüncü yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar yapımı süren bu katedrali 3000’den fazla heykel ve 135’ten fazla sivri kuleyle süslemişler. Asansörle çatısına çıkıp (10 avro) mümkün olduğunca bu süslemelere yaklaşmak istiyorum. Şurda bir heykel, burda bir süsleme, işte girintiler, çıkıntılar, eğimler, kuleler derken neşeyle çatıda dolanıyorum. Dışarıya doyduğumda içeri giriş vakti geliyor. İçi de dışı kadar gösterişli katedralin. Mumları görünce dayanamayıp üç tane yakıp dilek diliyorum. İçi de dışı gibi kalabalık. Vitrayları, iç süslemeleri ve heykelleri hayranlıkla seyredip dışarı çıkıyorum.

Hemen yandaki Galeria Vittoria Emanuelle çarşısına yürüyorum. Buranın özelliği dünyanın ilk alışveriş merkezi olarak kabul edilmesiymiş. Çarşının üstü çelik ve camdan yapılmış bir tavanla kaplı. Gökyüzünü görebiliyorsunuz. İçerisi lüks dükkanlar ve kafelerle bezenmiş. Kafelerin birine oturup tiramisu yiyorum. Tadı fena değil ama benim için fazla kremalı. Arada etrafı da seyrediyorum. Kadınlar bakımlı ve çok şık giyiniyorlar. Ve genelde zayıflar. Milano’ya boşuna modanın merkezi demiyorlar diye içimden geçiriyorum. Masadan kalkınca çarşının ortasında bir kalabalık gözüme çarpıyor ve oraya yöneliyorum. Yerde bir boğa heykeli var. Boğanın üstüne ayak topuğunu koyup birkaç tur dönersen şans, bereket ve doğurganlığının artacağına inanılıyormuş. Tabi ben geri durur muyum, hemen hafif çukurlaşmış yere topuğumu koyup bereketimin artmasını diliyorum. Aslında belediye oluşan bu çukuru defalarca kapamış ve boğa heykelinin böyle bir etkisi olmadığını duyurmuş. Ama bakmış ki başa çıkamıyor sonunda işin peşini bırakmış. Böylece biz de keyifle heykelin etrafında döner olmuşuz.

Ve arkasından meşhur opera binası La Scala’ya yöneliyorum. İtiraf ediyorum ki binayı gördüğümde bu muymuş dedim. Dış görünüşü gayet normal bir bina. Öyle ihtişam falan bulamadım. İçeri girmek istedim ama kapalıydı. Dediklerine göre esas ihtişam içerdeymiş. Maalesef göremedim. Bazen içerde Verdi, Bellini, Donizetti gibi ünlü bestecilerin eşyaları sergilenirmiş. Bir de sezon 7 Aralık’ta başlarmış. Ben sadece 2011/2012 sezonunun gösterilerinin ne olacağına dair basılmış afişle fotoğraf çektirmekle yetinip biraz hayal kırıklığıyla Sforzesco kalesine doğru gitmeye başlıyorum. Sforzesco kalesi kare şeklinde, içinde büyükçe bir avlusu var ve dev tuğlalardan yapılmış. Ben en çok yanındaki parkı seviyorum. Koyu yeşil yaprakların içinden açan bembeyaz çiçeklerle manolya ağaçları çok güzel. Milano’da bu ağaçlardan bolca görmek mümkün.

Eee buralara kadar gelip şık bir alışveriş caddesine gitmemek olmaz. Via Mante Nepoleane caddesine yöneliyorum. Sağlı sollu şık butikler göz alıyor. Yanımdan 1.80’lik, incecik kızlar salına salına geçiyorlar. Dükkanlardan çok kızları seyrettiğimi fark ediyorum ve yoluma Barış Takı’na doğru devam ediyorum. Barış Takı taaa uzaktan dikkat çekiyor. Üstündeki heykeller çok güzel. Önünde bir sürü fotoğraf çektirip, yanındaki parkta keyifle yürüyorum. Hava çok güzel olduğundan biraz da çimlerde oturup dinleniyorum. Yanımda getirdiğim kitaplardan birini çıkarıp Barış Takı’nın tarihini okuyorum. Napolyon, Kuzey İtalya’yı fethettikten sonra Paris’teki Arc de Trompei benzeri bir takın buraya da yapılmasını istiyor. Amacı Milano’ya zafer girişini bu noktadan yapmak. Ancak yapımı başlayan bu eser bitmeden, Napolyon Waterloo meydan savaşını kaybederek tahtan iniyor ve hiçbir zaman amacına ulaşamıyor. Bir yandan ağaca yaslanıyorum bir yandan da Tak’ı seyrederken dünyaya barış gelmesini diliyorum.

Sırada bir ay evvelden girmek için internetten rezervasyon yaptırdığım Santa Maria dele Grazia Kilisesi var. Esasında kilisenin tek özelliği Leanardo da Vinci’nin “Son Yemek” adlı tablosuna ev sahipliği yapıyor olması. Yolunuz Milano’ya düşerse mutlaka rezervasyon yaptırın derim yoksa içeri girmeniz mümkün değil. Dışarıdaki kalabalığın içinden sıyrılıp kendimi içeri atıyorum. Tablo kilisenin yemekhanesinde bulunuyor. Defalarca bakım geçirdiği için artık orijinaline ne kadar yakın bilemem ama yine de soluk kesici. Özellikle İsa’nın “sizlerden biri bana ihanet edecek” dediği anda havarilerin yüzünde oluşan şaşkınlık ifadesi inanılmaz resmedilmiş.

Arkasından Duamo meydanı ile Sforzesco kalesini birbirine bağlayan ve sadece yayalara açık (İstiklal caddesinin bir nevi İtalya versiyonu) en büyük caddelerinden biri olan Dante’ye gidiyorum. Caddenin köşesinde iskemlelerini dışarı atmış bir yer hoşuma gidiyor. Burada yöreye özgü cotoletta alla milanese (yumurta ve ekmeğe bulanarak tavada kızartılan dana eti ) yiyorum. Ayrıca şehrin rengarenk tramvaylarını seyrediyorum. Yemeğim bitince Dante’de dolanmaya başlıyorum. Benim bütçeme daha uygun butiklerin olduğu caddede birazdan kendimi kaybedeceğimi anlıyorum. Eee artık görülecek yerler listemi bitirdiğime göre, Milano’da keyif yapmamın zamanı geldi diye düşünüyorum… Biraz alışveriş, biraz yemek, biraz amaçsız dolanma ve arkasından ver elini İstanbul…

Sağlıcakla,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder